812 Kayıt Bulundu.
Açıklama: İslam'da her kişi kendisinden sorumludur. Başkalarının kusurlarını araştırmak da asla tasvip edilmez. Allah katında yapılan ibadetlerde takva/samimiyet asıldır. Az da olsa samimiyetle ve devamlı yapılan ibadet ve hayır hasenat daha makbuldür. İnsanların sorumluluklarında aslolan farz ve vacip ibadetlerdir. Nafileler sevapların artmasına vesile olabilir.
Bize Abdussamed, ona Sâbit, ona Âsım, ona Selmân, ona Şamlı bir adam, ona Cünâde, ona da Ubâde b. es-Sâmit'in şöyle anlattığını rivayet etti: "Rasulullah'ı (sav) hastayken ziyaret etmek üzere huzuruna girdim. O kadar acı çekiyordu ki şiddetini ancak Allah bilir. Akşam üzeri tekrar gittim. Bu sefer rahatlamıştı ve daha iyi görünüyordu. Kendisine 'Sabah yanınıza geldim. O kadar acı çekiyordunuz ki şiddetini ancak Allah bilir, akşam geldim iyileşmişsiniz' dedim. Rasulullah (sav) bana "Ey Ubâde! Cibrîl (as) bana beni iyileştiren bir rukye yaptı. Sana bu rukyeyi öğreteyim mi?" dedi. Ben de elbette dedim. Hz. Peygamber (sav) 'Allah'ın adıyla sana sıkıntı veren her hasetçinin ve gözün kıskançlığından Allah'ın adıyla sana rukye yapıyorum. Sana şifa veren Allah'ın adıyla.' ifadelerini dile getirdi.
Açıklama: Hadis mütabileriyle birlikte sahih li ğayrihidir.
Bize Affân, ona Hemmâm, ona Yahya b. Ebu Kesir, ona Hilal b. Ebu Meymune, ona Ata b. Yesar, ona da Muaviye b. Hakem Hz. Peygamber'den (sav) alıp ezberlediği üç hadisi şöyle rivayet etmiştir:
"Ben Hz. Peygamber'e (sav) 'Ey Allah'ın Rasulü! Bizler yakın zamana kadar cahiliyye döneminde yaşamaktaydık. Sonunda Allah, İslâm'ı getirdi. Bizden bazı kimseler var, çizgiler çizerek (falcılık) yapıyorlar' dedim, bana 'Peygamberlerden biri de çizgiler çizerdi. Kimin çizgi ve falları peygamberin çizgisine denk gelirse, işte doğru olan odur' buyurdu. Ben 'Ey Allah'ın Rasulü! Bizden bir kısmı uğursuzluk ve uğur işine inanıyorlar' dedim. Bunun üzerine Peygamber (sav) 'Bu (uğur ve uğursuzluk) insanların içlerinde bulunan bir kuruntudur. Dolayısıyla bu, onları bazı şeyleri yapmaktan alıkoymasın' buyurdu. Ben 'Bizden bazıları kahinlere giderek onların söylediklerine inanıyorlar' dedim. Rasulullah (sav) 'Onlara gitmeyin' buyurdu. "
Bir başka hadiste Ravi der ki: "Benim Uhud taraflarında Cevvaniye denilen yerde, cariyemin güttüğü koyunlarım vardı. Bir gün gittiğimde bir de ne göreyim, kurt sürüden bir koyun götürmüş. İnsan olmamız dolayısıyla herkes gibi ben de üzüldüm ve cariyeyi tokatladım. Sonra Rasulullah'ın (sav) yanına gelerek durumu ona haber verdim. Peygamber (sav), bu yaptığımın çok ağır bir şey olduğunu söyledi. Bunun üzerine 'Ey Allah'ın Rasulü! Onu hürriyetine kavuşturayım mı?' dedim Rasulullah da (sav) 'Onu bana çağır' buyurdu. Ben de çağırdım cariye gelince, Rasulullah (sav), Ona 'Aziz ve Celil olan Allah nerededir?' dedi. Cariye de 'Göktedir' dedi. 'Ben kimim' diye sordu, cariye 'Sen, Allah'ın gönderdiği peygambersin' dedi. Bunun üzerine Peygamber (sav) bana 'O mü'min bir cariyedir onu hürriyetine kavuştur' buyurdu."
"İşte iki hadis budur. (Üçüncü hadis de şudur:) Rasulullah'ın (sav) arkasında namaz kılıyordum, cemaatten biri hapşırdı. Ben de 'Yerhamükallah' dedim. Bunun üzerine cemaat bana sert bir şekilde baktı. Ben de 'Analarınız yokluğunuza yansın, ne oldu da bakıyorsunuz' dedim. Bu sefer hepsi ellerini uyluklarına vurdular. Beni susturmak istediklerini anladım ve ben de sustum. Rasulullah (sav), namazını bitirince beni çağırdı. Anam, babam onun yoluna feda olsun, Ben hayatım boyunca onun gibi bir öğretici görmedim. Bana ne vurdu ne azarladı ne de kızdı. Bana 'Bizim bu kıldığımız namazda dünyalık sözler söylenmez. O namaz; tesbih, tekbir ve Kur'an okumaktan ibarettir' buyurdu. Yahut Hz. Peygamber'in buyurduğu ifadeyle bu üç hadisi bana rivayet etti."
Bize Yahya b. Saîd, ona Haccac es-Savvâf, ona Yahya b. Ebu Kesir, ona Hilal b. Ebu Meymune, ona Ata b. Yesar, ona da Muaviye şöyle demiştir:
"Rasulullah (sav) ile namaz kılmakta iken, cemaatten birisi hapşırdı. Ben de 'Yerhamukellah' dedim. Herkes gözlerini dikip bana bakınca ben 'Hay anam beni kaybedesice, bu haliniz ne? Bana böyle niye bakıyorsunuz?' dedim. Bu sefer elleriyle uyluklarına vurmaya başladılar. Onların beni susturmak istediklerini gördüm, ben de sustum. Rasulullah (sav) namazını bitirince, babam, anam ona feda olsun! Vallahi ne beni azarladı, ne dövdü, ne de ağır sözler söyledi. Sadece 'Hiç şüphesiz, bu namaz esnasında, dünyevi bir şeyin söylenmesi uygun değildir. Onda söylenecekler ancak tesbih etmek, tekbir getirmek ve Kur'an okumaktan ibarettir' buyurdu. Yahut da Rasulullah (sav) nasıl buyurduysa öyle dedi. Ben 'Ey Allah'ın Rasulü! Biz cahiliye döneminden henüz yeni kurtulmuş bir topluluğuz. Allah İslam'ı gönderdi, bizden kâhinlere giden kimseler de var' dedim, bana 'Onlar kahinlere gitmesin' buyurdu. 'Bizden birtakım şeyleri uğursuz sayanlar da var' dedim, bana 'Bu, onların içlerinde hissettikleri bir kuruntudur. Sakın bu, onları yapmak istediklerinden alıkoymasın' buyurdu. Ben 'Bizden çizgi çizen birtakım kimseler var' dedim. Hz. Peygamber (sav) 'Nebilerden birisi de çizgi çizerdi. Kimin çizgisi, onun çizgisiyle uyuşursa, o isabet etmiş olur' buyurdu. Râvi der ki: Benim Uhud ve Cevâniyye taraflarında koyunlarımı otlatan bir cariyem vardı. Bir gün, kurt onun koyunlarından birisini alıp götürmüş, ben de Adem oğullarından bir adamım. Onların üzüldükleri gibi ben de üzülürüm. Ama ben ona fazladan bir de tokat attım. Arkasından Rasulullah'ın (sav) huzuruna vardım. Yaptığım bu işin pek büyük bir iş olduğunu bana anlattı. Ben de 'Ey Allah'ın Rasulü, onu azat edeyim mi?' dedim. Allah Rasulü 'Onu yanıma getir' buyurdu. Cariyeyi onun yanına götürdüm. Ona 'Allah nerede?' dedi. Cariye 'Semada' dedi. 'Ben kimim?' dedi. Cariye 'Sen Allah'ın Rasulüsün' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) 'Sen bunu azat et, çünkü o mümine bir cariyedir' buyurdu."
Bize Abdurrezzâk, ona Maʿmer, ona Zuhrî, ona Abdurrahman b. Kaʿb b. Mâlik, ona da babası (Kaʿb b. Mâlik) şöyle demiştir:
"Tebük seferine kadar, ben, Bedir dışında, Rasulullah’ın (sav) katıldığı hiçbir gazveden geri kalmadım. Bedir’e katılmayanlardan hiç kimseyi Rasulullah (sav) kınamamıştır. Çünkü Bedir için yola çıktığında asıl hedefi kervandı. Kureyş de kendi kervanlarına destek için çıkmıştı. Böylece Allah’ın buyurduğu üzere Enfâl, 8/42, önceden belirlenmiş bir buluşma olmadan, karşı karşıya geldiler. Vallahi, Rasulullah’ın insanlar içindeki en şerefli şahitliklerinden biri Bedir’dir. Buna rağmen ben, İslâm üzerine sözleştiğimiz Akabe gecesindeki biatte bulunmayı, Bedir’de bulunmaya tercih ederim. Daha sonra, Rasulullah’ın (sav) çıktığı son gazve olan Tebûk Gazvesi’ne kadar, hiçbir gazveden geri kalmadım. Rasulullah (sav) insanlara sefere çıkacaklarını haber verdi ve herkesin savaşa hazırlanmasını istedi. Bu (sefer), (sıcaktan dolayı) gölgelerin insana cazip geldiği ve meyveler olgunlaştığı bir vakitteydi. Rasulullah (sav) çoğu zaman gazveye çıkarken maksadını gizler, başka bir yeri hedef gösterirdi. ve 'Harp hiledir' buyururdu. Yakub'un İbn Şihâb'ın kardeşinin oğlundan rivayetinde (إِلَّا وَرَّى بِغَيْرِهَا) ifadesi kullanılmıştır. Bize Süfyân, ona Ma'mer, Ona Zührî, ona da Abdurrahman b. Abdullah b. Kaʿb b. Mâlik bu hadisi rivayet etti ve rivayetinde (وَرَّى غَيْرَهَا) ifadesini kullanmış, ardından hadisi Abdurrezzâk'ın rivayetine dönmüş, (aynısını rivayet etmiştir). Rasulullah (sav) çoğu zaman gazveye çıkarken maksadını gizler, başka bir yeri hedef gösterir ve 'Harp hiledir' buyururdu. Ama Tebûk’ta (bizzat nereye gideceğini açıklayarak), herkesin hazırlığını yapmasını arzu etti. Ben, o zamanlar, iki binek toplayacak kadar varlıklı ve cihada çıkabilecek en güçlü dönemimde, çevik ve güçlü idim. Fakat gölgelerin serinliği ve meyvelerin cazibesi beni oyalanmaya sevk etti. Rasulullah (sav) perşembe sabahı sefere çıktı. O, perşembe günleri yola çıkmayı severdi. Ben de kendi kendime 'Yarın pazara gidip hazırlığımı alır, onlara yetişirim' dedim. Ertesi gün pazara gittim ama işlerim biraz ağır geldi. Sonra yine 'Neyse, yarın hazırlar, onlara yetişirim inşallah' dedim. Böyle erteleyerek oyalandım, derken günah bana ağır bastı, üzerime çöktü ve seferden geri kalmış oldum. Mahzun bir şekilde sokaklarda dolaşmaya, Medine çarşılarında gezmeye başladım. Çünkü (savaştan geri kalanların tamamının) münafıklıkla itham edilen kimseler olduğunu görüyordum. Rasulullah’tan (seferden) geri kalan herkes, geri kalmasının fark edilmeyeceğini düşünüyordu. Zira geri kalanlar bir divanda (kayıt defterinde) bir araya getirilmeyecek kadar çoktu; seksen küsur kişiydi."
"Tebûk’a varıncaya kadar Rasulullah (sav) benden söz etmedi. Tebûk’a vardığında 'Kaʿb b. Mâlik ne yaptı?' diye sordu. Kavmimden biri 'Ey Allah'ın Rasulü! Elbiseleri ve omuzlarına bakıp böbürlenmesi onu seferden alıkoydu' dedi. Yakub'un İbn Şihâb'ın kardeşinin oğlundan rivayetinde (بُرْدَاهُ وَالنَّظَرُ فِي عِطْفَيْهِ) ifadesi kullanılmıştır. Muâz b. Cebel de 'Ne kötü söz söyledin! Vallahi ey Allah'ın Rasulü, onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz' dedi. Onlar böyle konuşurken, sıcağın serabı içinde, bir adamın yürüyerek geldiğini gördüler. Rasulullah (sav) 'Bu, Ebu Hayseme olmalı' buyurdu, Bir de baktık ki gerçekten de gelen Ebu Hayseme idi. Sonra Tebûk seferini tamamlayan Rasulullah (sav) dönüp Medine’ye yaklaşınca, ben, Rasulullah’ın (sav) öfkesinden kurtulmanın yollarını aramaya ve ailemden, kendisine danışılacak herkesten fikir sormaya başladım. Nihayet 'Rasulullah (sav) yarın sabah Medine’ye girecek' denilince artık içimdeki bütün yanlış düşünceler kayboldu ve kesin olarak anladım ki, ancak doğruyu söyleyerek kurtulabilirim. Rasulullah (sav) kuşluk vakti Medine’ye girdi. Her sefer dönüşü adeti olduğu üzere Mescide girer iki rekât namaz kılar ve otururdu. Bu sefer de öyle yaptı. Ardından seferden geri kalanlar gelmeye başladılar. Onlar yemin edip, özür beyan ediyorlar, Hz. Peygamber (sav) de onların zahirî beyanlarını esas kabul edip, onlar için bağışlanma diliyor ve iç dünyalarını ise Allah’a bırakıyordu. Ben de mescide girdim. Rasulullah (sav) beni görünce öfkeli bir adam gibi tebessüm etti. Yanına varıp oturdum. Bana 'Sen binek hazırlamamış mıydın?' buyurdu. Ben de 'Evet, ey Allah’ın Rasûlü, hazırlamıştım' dedim. 'Peki seni alıkoyan ne oldu?' buyurdu. Ben de 'Vallahi, ey Allah’ın Rasulü! Eğer senden başka herhangi birinin yanında bulunsaydım, mutlaka bir mazeret ileri sürer, onun öfkesinden kurtulurdum. Çünkü ben tartışmada güçlü biriyim. Yakub'un İbn Şihâb'ın kardeşinin oğlundan rivayetinde 'Onun gazabından bir özürle kurtulabileceğimi gördüm. (Ukayl’in rivayetinde ise 'onun gazabından bir özürle çıkabilirim' şeklinde geçmektedir.) ama belki de Allah seni bana öfkelendirecektir. Eğer sana doğru bir söz söylersem bu konuda bana darılacaksın, fakat ben bu hususta Allah’ın affını umarım’ denilmektedir. Fakat ben biliyorum ki eğer ben, aleyhime de olsa, sana doğruyu söylersem, sen bana kızabilirsin, ama ben Allah’ın affını umarım. Ama, seni hoşnut edecek bir bir yalan söylersem, Allah, onun hakikati konusunda seni bilgilendirir. Allah’a yemin olsun ki, ey Allah’ın Rasulü, hiçbir zaman, Tebûk’tan geri kaldığım günkü kadar varlıklı ve sefere hazırlıklı bir konumda hiç olmadım' dedim. Rasulullah (sav) 'İşte bu adam size doğruyu söyledi. Haydi kalk, artık Allah senin hakkında hükmünü verinceye kadar bekle' buyurdu. Ben kalktım. Kavmimden bazı kimseler peşimden gelip beni azarladılar ve 'Vallahi, daha önce senin günah işlediğini bilmiyoruz. Keşke Hz. Peygamber'in (sav) hoşnut olacağı bir mazeret bildirseydin, ardından O da senin için istiğfar ederdi, böylece kendini, hakkında ne hüküm verileceğini bilmediğin bir konuma düşürmezdin' dediler. Beni o kadar azarladılar ki, dönüp söylediklerimi inkâr etmeyi düşündüm. Sonra onlara 'Benim gibi konuşan oldu mu?' dedim, 'Evet, Hilâl b. Ümeyye ve Murâre b. Rebî de aynı şekilde konuştu' dediler. Bunlar Bedir’e katılmış, salih kimselerdi. Bunun üzerine ben 'Hayır! Vallahi, asla sözümü geri almayacağım, kendimi yalanlamayacağım' dedim."
"Rasulullah (sav), üçümüz hakkında, 'Onlarla kimse konuşmasın' diye emretti. Bundan sonra çarşıya çıktığımda kimse benimle konuşmuyordu. İnsanlar, sanki bizim tanıdığımız insanlar değilmiş gibi bize yabancılaştı. Duvarlar bile sanki tanıdığımız duvarlar değilmiş gibi bize yabancı geliyordu. Hatta yeryüzü bile, sanki tanıdığımız yeryüzü değilmiş gibi, bize yabancı görünüyordu. Ben aslında o iki arkadaşımdan daha güçlüydüm. Çarşıya gidiyor, mescide uğruyor, Rasulullah’a (sav) selam veriyordum. Kendi kendime 'Acaba dudaklarını selamıma karşılık kıpırdattı mı?' diye bakıyordum. Namaz kılmak için direklerden birinin arkasına durduğumda, Rasulullah (sav) göz ucuyla bana bakıyor, ama ben ona bakınca yüzünü çeviriyordu. İki arkadaşım ise tamamen teslimiyet göstermiş, gece gündüz ağlıyor, başlarını bile kaldırmıyorlardı. Bir gün çarşıda dolaşırken, yiyecek satmak için gelen bir Hristiyan adam 'Bana Kaʿb b. Mâlik’i gösterecek kim var?' diye soruyordu. İnsanlar beni işaret ettiler. O da bana geldi ve Gassân melikinden bir mektup getirdi. Mektupta 'Bundan sonra: Arkadaşının seni dışladığı ve sana sırt çevirdiği haberi bana ulaştı. Hâlbuki sen aşağılanacak, zayi edilecek bir yerde değilsin. Bize katıl, seni şereflendirelim' diyordu. Ben mektubu okuyunca 'İşte bu da bir imtihan ve fitne' dedim, hemen tandırı tutuşturdum, mektubu içine atıp yaktım. Kırk gece geçince, Rasulullah’tan (sav) bir elçi geldi ve bana 'Hanımından ayrı dur' dedi. Ben 'Onu boşayacak mıyım?' diye sordum, 'Hayır, ama ona yaklaşma' dedi. Hilâl b. Ümeyye’nin hanımı Rasulullah’a (sav) geldi ve 'Ey Allah’ın Rasulü! Hilâl yaşlı ve güçsüzdür. Ona hizmet etmem için bana izin verir misin?' dedi. Rasulullah (sav) 'Evet, ama sakın sana yaklaşmasın' buyurdu. Kadın 'Vallahi onda böyle bir hal yok! O günden beri gece gündüz ağlıyor, hiç hareket etmiyor' dedi. Kaʿb der ki: İmtihanım uzayınca, amcaoğlum Ebu Katâde’nin bahçesine tırmanıp girdim. Ona selam verdim. Selamımı almadı. 'Ey Ebu Katâde! Allah aşkına söyler misin, ben Allah’ı ve Rasûlünü seviyor muyum?' dedim, sessiz kaldı. Tekrar 'Ey Ebu Katâde! Allah için söyle, ben Allah’ı ve Rasulünü seviyor muyum?' dedim, yine sustu. Üçüncü defa söyledim. Bunun üzerine bana 'Allah ve Rasûlü daha iyi bilir' dedi. Artık kendime hâkim olamadım, ağladım ve bahçeden çıkıp gittim."
"Rasulullah’ın (sav) bizimle konuşmayı yasaklamasının üzerinden elli gece geçmişti. Evimizin damında sabah namazını kıldım. Sonra oturdum. Allah'ın 'Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, ve bunalmışlardı' Tevbe, 9/118 ayetinde buyurduğu konumdaydım. İşte o haldeyken, Sel Dağı’nın tepesinden 'Müjde ey Kaʿb b. Mâlik!' diye bir ses duydum, hemen secdeye kapandım. Anladım ki Allah bize ferahlık vermiştir. Bir adam da atla yanıma geldi ve bana müjdeyi verdi. Ama dağın tepesinden gelen ses attan daha hızlı ulaştı. Müjdeciye sevincimin karşılığı olarak üzerimdeki takım elbisemi verdim, ben de başka bir takım elbise giydim. Bizim tövbemiz (ile ilgili ayetler), gecenin üçte ikisi geçtiğinde Rasulullah’a (sav) inmişti. Ümmü Seleme 'Ey Allah'ın Rasulü! Kaʿb b. Mâlik’e hemen müjde versek olmaz mı?' dedi. Rasulullah (sav) 'Evet, ama o zaman insanlar kapınızı aşındırır, gece boyunca uyumanıza engel olurlar' buyurdu. Ümmü Seleme benim hakkımda hayır düşünen ve halime üzülen biriydi. Ben hemen Rasulullah’a (sav) gittim. Mescitte, etrafı Müslümanlarla çevrili halde oturuyordu. Yüzü ay gibi aydınlanmıştı. Zira o, sevindiğinde yüzü parıldardı. Yanına vardım, oturdum. Bana 'Müjde ey Kaʿb b. Mâlik! Annenin seni doğurduğundan beri sana gelen en hayırlı gün budur' buyurdu. Ben 'Ey Allah’ın Rasulü! Bu müjde sana Allah’tan mı geldi, yoksa sizden mi?' dedim, 'Hayır, Allah’tandır' buyurdu. Sonra 'Andolsun ki, Allah, yine peygambere ve en zor gününde ona uyan Muhacirler'le Ensar'a, içlerinden bir kısmının kalbleri az kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip etti de lütfedip tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, gerçekten çok şefkatli, çok bağışlayıcıdır' Tevbe, 9/117 ayetini okudu ve 'Allah’tan sakının ve sadıklarla beraber olun.' Tevbe, 9/119 ayetinin bizim için de indirildiğini söyledi. Ben 'Ey Allah'ın Rasulü! Tövbemin kabulünün (şükrü olarak) bundan böyle ömrüm boyunca sadece doğruyu söyleyeceğim. Ayrıca bütün malımı sadaka olarak Allah ve Rasûlü’ne vermek istiyorum' dedim. Rasulullah (sav) 'Malının bir kısmını yanında tut, bu senin için daha hayırlıdır' buyurdu. Ben 'Öyleyse Hayber’deki hissemi elimde tutacağım' dedim. Kaʿb der ki: Allah’ın bana İslâm’dan sonra verdiği en büyük nimet, Rasulullah’a doğruyu söylememdir. Eğer o gün yalan söyleseydim, helâk olmuştum. Ben ve iki arkadaşım doğruyu söyledik, Allah da bizi kurtardı. O günden sonra, hiçbir zaman kasten yalan söylemedim ve Allah’ın da ömrüm boyunca beni doğruluk üzere sabit kılmasını ümit ediyorum."
(Bize) Maʿmer, ona Zuhrî, ona Abdurrahman b. Kaʿb b. Mâlik, ona da babası (Kaʿb b. Mâlik) şöyle demiştir:
"Tebük seferine kadar, ben, Bedir dışında, Rasulullah’ın (sav) katıldığı hiçbir gazveden geri kalmadım. Bedir’e katılmayanlardan hiç kimseyi Rasulullah (sav) kınamamıştır. Çünkü Bedir için yola çıktığında asıl hedefi kervandı. Kureyş de kendi kervanlarına destek için çıkmıştı. Böylece Allah’ın buyurduğu üzere Enfâl, 8/42, önceden belirlenmiş bir buluşma olmadan, karşı karşıya geldiler. Vallahi, Rasulullah’ın insanlar içindeki en şerefli şahitliklerinden biri Bedir’dir. Yine de ben Bedir yerine Akabe gecesindeki biatte bulunmayı, Bedir’de bulunmaya tercih ederim. Çünkü biz o gece İslâm üzerine sözleşmiştik. Ondan sonra, Rasulullah’ın (sav) çıktığı son gazve olan Tebûk Gazvesi’ne kadar, hiçbir gazveden geri kalmadım. Rasulullah (sav) insanlara sefere çıkacaklarını haber verdi ve herkesin savaşa hazırlanmasını istedi. Bu (sefer), (sıcaktan dolayı) gölgelerin insana cazip geldiği ve meyveler olgunlaştığı bir vakitteydi. Rasulullah (sav) çoğu zaman gazveye çıkarken maksadını gizler, başka bir yeri hedef gösterir ve 'Harp hiledir' buyururdu. Ama Tebûk’ta bizzat nereye gideceğini açıkladı ki, herkes hazırlığını yapsın. Ben, o zamana kadar hiç olmadığı kadar, varlıklıydım ve cihada çıkabilecek güç ve imkân vardı. Bineklerimi hazırladım, fakat gölgelerin serinliği ve meyvelerin cazibesi beni oyalanmaya sevk etti. Rasulullah (sav) perşembe sabahı sefere çıktı. O, perşembe günleri yola çıkmayı severdi. Ben de kendi kendime 'Yarın pazara gidip hazırlığımı alır, onlara yetişirim' dedim. Ertesi gün pazara gittim ama işlerim biraz ağır geldi. Sonra yine 'Neyse, yarın hazırlar, onlara yetişirim inşallah' dedim. Böyle erteleyerek oyalandım, derken günah bana ağır bastı, üzerime çöktü ve seferden geri kalmış oldum. Mahzun bir şekilde sokaklarda dolaşmaya, Medine çarşılarında gezmeye başladım. Çünkü (savaştan geri kalanların tamamının) münafıklıkla itham edilen kimseler olduğunu görüyordum. Rasulullah’tan (seferden) geri kalan herkes, geri kalmasının fark edilmeyeceğini düşünüyordu. Zira geri kalanlar bir divanda (kayıt defterinde) bir araya getirilmeyecek kadar çoktu; seksen küsur kişiydi."
"Tebûk’a varıncaya kadar Rasulullah (sav) benden söz etmedi. Tebûk’a vardığında 'Kaʿb b. Mâlik ne yaptı?' diye sordu. Kavmimden biri 'Ey Allah'ın Rasulü! Elbiseleri ve omuzlarına bakıp böbürlenmesi onu seferden alıkoydu' dedi. Muâz b. Cebel de 'Ne kötü söz söyledin! Vallahi ey Allah'ın Rasulü, onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz' dedi. Onlar böyle konuşurken, sıcağın serabı içinde, bir adamın yürüyerek geldiğini gördüler. Rasulullah (sav) 'Bu, Ebu Hayseme olmalı' buyurdu, Bir de baktık ki gerçekten de gelen Ebu Hayseme idi. Sonra Tebûk seferini tamamlayan Rasulullah (sav) dönüp Medine’ye yaklaşınca, ben, Rasulullah’ın (sav) öfkesinden kurtulmanın yollarını aramaya ve ailemden, kendisine danışılacak herkesten fikir sormaya başladım. Nihayet 'Rasulullah (sav) yarın sabah Medine’ye girecek' denilince artık içimdeki bütün yanlış düşünceler kayboldu ve kesin olarak anladım ki, ancak doğruyu söyleyerek kurtulabilirim. Rasulullah (sav) kuşluk vakti Medine’ye girdi. Her sefer dönüşü adeti olduğu üzere Mescide girer iki rekât namaz kılar ve otururdu. Bu sefer de öyle yaptı. Ardından seferden geri kalanlar gelmeye başladılar. Onlar yemin edip, özür beyan ediyorlar, Hz. Peygamber (sav) de onların zahirî beyanlarını esas kabul edip, onlar için bağışlanma diliyor ve iç dünyalarını ise Allah’a bırakıyordu. Ben de mescide girdim. Rasulullah (sav) beni görünce öfkeli bir adam gibi tebessüm etti. Yanına varıp oturdum. Bana 'Sen binek hazırlamamış mıydın?' buyurdu. Ben de 'Evet, ey Allah’ın Rasûlü, hazırlamıştım' dedim. 'Peki seni alıkoyan ne oldu?' buyurdu. Ben de 'Vallahi, ey Allah’ın Rasulü! Eğer senden başka herhangi birinin yanında bulunsaydım, mutlaka bir mazeret ileri sürer, onun öfkesinden kurtulurdum. Çünkü ben tartışmada güçlü biriyim. Fakat ben biliyorum ki eğer ben, aleyhime de olsa, sana doğruyu söylersem, sen bana kızabilirsin, ama ben Allah’ın affını umarım. Ama, seni hoşnut edecek bir bir yalan söylersem, Allah, onun hakikati konusunda seni bilgilendirir. Allah’a yemin olsun ki, ey Allah’ın Rasulü, hiçbir zaman, Tebûk’tan geri kaldığım günkü kadar varlıklı ve sefere hazırlıklı bir konumda hiç olmadım' dedim. Rasulullah (sav) 'İşte bu adam size doğruyu söyledi. Haydi kalk, artık Allah senin hakkında hükmünü verinceye kadar bekle' buyurdu. Ben kalktım. Kavmimden bazı kimseler peşimden gelip beni azarladılar ve 'Vallahi, daha önce senin günah işlediğini bilmiyoruz. Keşke Hz. Peygamber'in (sav) hoşnut olacağı bir mazeret bildirseydin, ardından O da senin için istiğfar ederdi, böylece kendini, hakkında ne hüküm verileceğini bilmediğin bir konuma düşürmezdin' dediler. Beni o kadar azarladılar ki, dönüp söylediklerimi inkâr etmeyi düşündüm. Sonra onlara 'Benim gibi konuşan oldu mu?' dedim, 'Evet, Hilâl b. Ümeyye ve Murâre b. Rebî de aynı şekilde konuştu' dediler. Bunlar Bedir’e katılmış, salih kimselerdi. Bunun üzerine ben 'Hayır! Vallahi, asla sözümü geri almayacağım, kendimi yalanlamayacağım' dedim."
"Ka'b der ki: Sonra Rasulullah (sav), üçümüz hakkında, 'Onlarla kimse konuşmasın' diye emretti. Bundan sonra çarşıya çıktığımda kimse benimle konuşmuyordu. İnsanlar, sanki bizim tanıdığımız insanlar değilmiş gibi bize yabancılaştı. Duvarlar bile sanki tanıdığımız duvarlar değilmiş gibi bize yabancı geliyordu. Hatta yeryüzü bile, sanki tanıdığımız yeryüzü değilmiş gibi, bize yabancı görünüyordu. Ben aslında o iki arkadaşımdan daha güçlüydüm. Çarşıya gidiyor, mescide uğruyor, Rasulullah’a (sav) selam veriyordum. Kendi kendime 'Acaba dudaklarını selamıma karşılık kıpırdattı mı?' diye bakıyordum. Namaz kılmak için direklerden birinin arkasına durduğumda, Rasulullah (sav) göz ucuyla bana bakıyor, ama ben ona bakınca yüzünü çeviriyordu. İki arkadaşım ise tamamen teslimiyet göstermiş, gece gündüz ağlıyor, başlarını bile kaldırmıyorlardı. Bir gün çarşıda dolaşırken, yiyecek satmak için gelen bir Hristiyan adam 'Bana Kaʿb b. Mâlik’i gösterecek kim var?' diye soruyordu. İnsanlar beni işaret ettiler. O da bana geldi ve Gassân melikinden bir mektup getirdi. Mektupta 'Bundan sonra: Arkadaşının seni dışladığı ve sana sırt çevirdiği haberi bana ulaştı. Hâlbuki sen aşağılanacak, zayi edilecek bir yerde değilsin. Bize katıl, seni şereflendirelim' diyordu. Ben mektubu okuyunca 'İşte bu da bir imtihan ve fitne' dedim, hemen tandırı tutuşturdum, mektubu içine atıp yaktım. Kırk gece geçince, Rasulullah’tan (sav) bir elçi geldi ve bana 'Hanımından ayrı dur' dedi. Ben 'Onu boşayacak mıyım?' diye sordum, 'Hayır, ama ona yaklaşma' dedi. Hilâl b. Ümeyye’nin hanımı Rasulullah’a (sav) geldi ve 'Ey Allah’ın Rasulü! Hilâl yaşlı ve güçsüzdür. Ona hizmet etmem için bana izin verir misin?' dedi. Rasulullah (sav) 'Evet, ama sakın sana yaklaşmasın' buyurdu. Kadın 'Vallahi onda böyle bir hal yok! O günden beri gece gündüz ağlıyor, hiç hareket etmiyor' dedi. Kaʿb der ki: İmtihanım uzayınca, amcaoğlum Ebu Katâde’nin bahçesine tırmanıp girdim. Ona selam verdim. Selamımı almadı. 'Ey Ebu Katâde! Allah aşkına söyler misin, ben Allah’ı ve Rasûlünü seviyor muyum?' dedim, sessiz kaldı. Tekrar 'Ey Ebu Katâde! Allah için söyle, ben Allah’ı ve Rasulünü seviyor muyum?' dedim, yine sustu. Üçüncü defa söyledim. Bunun üzerine bana 'Allah ve Rasûlü daha iyi bilir' dedi. Artık kendime hâkim olamadım, ağladım ve bahçeden çıkıp gittim."
"Rasulullah’ın (sav) bizimle konuşmayı yasaklamasının üzerinden elli gece geçmişti. Evimizin damında sabah namazını kıldım. Sonra oturdum. Allah'ın 'Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, ve bunalmışlardı' Tevbe, 9/118 ayetinde buyurduğu konumdaydım. İşte o haldeyken, Sel Dağı’nın tepesinden 'Müjde ey Kaʿb b. Mâlik!' diye bir ses duydum, hemen secdeye kapandım. Anladım ki Allah bize ferahlık vermiştir. Bir adam da atla yanıma geldi ve bana müjdeyi verdi. Ama dağın tepesinden gelen ses attan daha hızlı ulaştı. Müjdeciye sevincimin karşılığı olarak üzerimdeki takım elbisemi verdim, ben de başka bir takım elbise giydim. Bizim tövbemiz (ile ilgili ayetler), gecenin üçte ikisi geçtiğinde Rasulullah’a (sav) inmişti. Ümmü Seleme 'Ey Allah'ın Rasulü! Kaʿb b. Mâlik’e hemen müjde versek olmaz mı?' dedi. Rasulullah (sav) 'Evet, ama o zaman insanlar kapınızı aşındırır, gece boyunca uyumanıza engel olurlar' buyurdu. Ümmü Seleme benim hakkımda hayır düşünen ve halime üzülen biriydi. Ben hemen Rasulullah’a (sav) gittim. Mescitte, etrafı Müslümanlarla çevrili halde oturuyordu. Yüzü ay gibi aydınlanmıştı. Zira o, sevindiğinde yüzü parıldardı. Yanına vardım, oturdum. Bana 'Müjde ey Kaʿb b. Mâlik! Annenin seni doğurduğundan beri sana gelen en hayırlı gün budur' buyurdu. Ben 'Ey Allah’ın Rasulü! Bu müjde sana Allah’tan mı geldi, yoksa sizden mi?' dedim, 'Hayır, Allah’tandır' buyurdu. Sonra 'Andolsun ki, Allah, yine peygambere ve en zor gününde ona uyan Muhacirler'le Ensar'a, içlerinden bir kısmının kalbleri az kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip etti de lütfedip tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, gerçekten çok şefkatli, çok bağışlayıcıdır' Tevbe, 9/117 ayetini okudu ve 'Allah’tan sakının ve sadıklarla beraber olun.' Tevbe, 9/119 ayetinin bizim için de indirildiğini söyledi. Ben 'Ey Allah'ın Rasulü! Tövbemin kabulünün (şükrü olarak) bundan böyle ömrüm boyunca sadece doğruyu söyleyeceğim. Ayrıca bütün malımı sadaka olarak Allah ve Rasûlü’ne vermek istiyorum' dedim. Rasulullah (sav) 'Malının bir kısmını yanında tut, bu senin için daha hayırlıdır' buyurdu. Ben 'Öyleyse Hayber’deki hissemi elimde tutacağım' dedim. Kaʿb der ki: Allah’ın bana İslâm’dan sonra verdiği en büyük nimet, Rasulullah’a doğruyu söylememdir. Eğer o gün yalan söyleseydim, helâk olmuştum. Ben ve iki arkadaşım doğruyu söyledik, Allah da bizi kurtardı. O günden sonra, hiçbir zaman kasten yalan söylemedim ve Allah’ın da ömrüm boyunca beni doğruluk üzere sabit kılmasını ümit ediyorum."
Zuhrî der ki: İşte Ka'b b. Mâlik’in kıssasından bize ulaşan rivayet budur.
(Bize) Abdürrezzak, ona Ma'mer, ona Sâbit el-Bunânî, ona Abdurrahman b. Ebu Leylâ, ona da Suhayb şöyle demiştir:
"Rasulullah (sav) ikindi namazını kıldıktan sonra ses çıkarmadan dudaklarını kıpırdatıp konuşur gibi yapardı. Ona 'Ey Allah’ın Rasulü, sen ikindi namazını kıldıktan sonra konuşur gibi yapıyorsun' denilince, şöyle buyurdu: Nebilerden birisi ümmetinin durumundan oldukça hoşlanmıştı, bunun için 'Bunlara kim denk olabilir ki' dedi. Allah da ona 'Ümmetini, onlara vereceğim azap ya da düşmanlarını onlara musallat kılmam arasında tercih yapmakta serbest bırak' diye vahyetti. Onlar da azabı tercih ettiler. Bunun üzerine Allah onlara ölümü musallat etti. Bir günde onlardan yetmiş bin kişi öldü."
"(Ravi Abdurrahman b. Ebu Leylâ der ki: Suhayb) bu hadisi naklettiği zaman hemen ardından şu hadisi de aktarırdı. (Rasulullah (sav) anlatımına devam ederek şöyle) buyurdu: Krallardan bir kral vardı, bu kralın kendisi için geleceğe dair tahminlerde bulunan bir kâhini vardı. Kâhin 'Bana kavrayışlı, zeki birisini -ya da: Zeki, söyleneni iyi kavrayan bir kişi- bulun, ben de ona bu bildiklerimi öğreteceğim. Çünkü ben öldükten sonra aranızdan bu bilginin kopup gideceğinden ve aranızda bunu bilecek kimsenin kalmayacağından korkarım' dedi. Onun dediği nitelikte birisini arayıp (buldular). Hükümdar ona, kâhinin yanında bulunmasını, ona zaman zaman gidip gelmesini emretti. Çocuk da ona gidip gelmeye başladı. Çocuğun yolu üzerinde bir manastırda bir rahip vardı. Ma'mer der ki: Sanırım o zamanlar manastırlara ibadete çekilenler o gün müslüman kimselerdi. Hz. Peygamber sözüne şöyle devam etti: Çocuk, o rahibin yanından geçtiği her seferinde, ona sorular sorar ve ona sorularını sormaya devam edince, sonunda rahip ona durumunu haber vererek, 'Ben sadece Allah’a Kulluk ederim' dedi. Bu sefer çocuk rahibin yanında bir süre kalıp kâhinin yanına gitmekte gecikmeye başladı. Kâhin de çocuğun ailesine, 'Bu çocuk benim yanıma hemen hemen hiç gelmiyor' diye haber gönderdi. Çocuk bu durumu rahibe haber verince, rahip de ona 'Kâhin sana 'Neredeydin?' diye sorarsa 'Ailemin yanındaydım' dersin. Ailen sana 'Neredeydin?' derse, kâhinin yanında olduğunu onlara söylersin' dedi."
"Çocuk bu halde iken bir vahşi hayvanın alıkoyduğu çok sayıda bir insan topluluğunun bulunduğu bir yerden geçti. Birileri 'Bu vahşi hayvan bir aslandı' demiştir. Çocuk bir taş alıp 'Allah’ım, eğer rahibin dediği hak ise senden bu hayvanı öldürmemi dilerim' dedi. Sonra taşı attı ve o hayvanı öldürdü. Herkes 'Onu kim öldürdü?' deyince 'Çocuk' dediler. İnsanlar dehşete kapılarak 'Gerçekten bu çocuk hiç kimsenin bilmediği bir bilgiyi öğrenmiş bulunuyor' dediler. Gözleri görmeyen birisi onun bu durumunu işitince 'Eğer sen benim tekrar görmeme sebep olursan sana şunu şunu vereceğim' dedi. Çocuk 'Ben senden böyle bir şey istemiyorum, fakat eğer tekrar görürsen sana tekrar görme imkânını veren o yüce zata iman edecek misin?' dedi. Kör 'Evet' dedi. Çocuk Allah’a dua edince adam tekrar görmeye başladı. Gözleri görmeyen o kör kişi bunun üzerine iman etti. Durumları hükümdara ulaşınca, o da onlara elçi gönderdi, onları yanına getirtti ve 'Sizlerin her birinizi, diğerinden farklı bir şekilde öldüreceğim' deyip, emir verdi, Rahip ve daha önce kör olan adam getirildi. Başlarının tam ortasına testere yerleştirildi (öyle kesilerek) öldürdüler. Diğerini ise başka bir şekilde öldürdü. Sonra çocuğun getirilmesini emrederek 'Onu şu şu dağa alıp götürün ve onu dağın tepesinden aşağıya atın' dedi. Çocuğu alıp o dediği dağa götürdüler, çocuğu atmak istedikleri o yere geldiklerinde o dağdan aşağı düşüp yuvarlanıverdiler. Sonunda aralarında, o çocuktan başka kalan kimse olmadı. Sonra çocuk geri dönünce, yine hükümdar çocuğun alınıp denize götürülmesini ve onu denize atmalarını emretti. Çocuk alınıp denize götürüldü, Allah onunla beraber olanları suda boğduğu halde onu kurtardı. Bu sefer çocuk hükümdara 'Sen beni asıp, bana ok atmadıkça, ok attığın zaman da 'Bu çocuğun Rabbi Allah’ın adıyla' ya da 'Bu çocuğun Rabbinin adıyla' demedikçe beni öldüremezsin' dedi. Bunun üzerine kralın verdiği emir ile çocuk asıldı sonra 'Bu çocuğun Rabbi Allah’ın adıyla' diyerek ona ok attı. Çocuğa ok atılınca elini şakağına koydu, sonra da öldü. İnsanlardan bazıları 'Bu çocuk kimsenin bilmediği bir bilgiyi biliyordu, bu sebeple bizler de bu çocuğun Rabbine iman ediyoruz' dediler ve Hükümdara 'Sana üç kişi muhalefet etti diye mi sen sabrını yitirdin. İşte bütün âlem şimdi sana muhalefet etmiş bulunuyor' dediler. Bu sefer hükümdar yerde hendekler açtırdı, o hendeklere odun atıldı, ateş atıldı, sonra insanların toplanmasını istedi, sonra 'Dininden dönenlere ilişmeyiz, dönmeyenleri ise bu ateşe atarız' dedi ve dönmeyenleri o hendeklere atmaya başladı. İşte yüce Allah (bunun hakkında) 'Kahrolsun, hazırladıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun çevresinde oturup, inanmış kimselere dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenler. Onlardan, sırf, hükmüne karşı konulamayan ve her övgüye layık olan Allah'a iman ettikleri için intikam aldılar. Buruc, 85/4-8 buyurmuştur. Rasulullah (sav) 'Çocuğa gelince, o defnedildi' buyurdu."
(Ravi) der ki: Nakledildiğine göre Ömer b. Hattab zamanında, o çocuk mezarından çıkarıldığında, parmağı öldürüldüğü sırada koyduğu şekilde şakağı üzerinde idi. Abdurrezzâk der ki: Uhdûd, Necrân'da (cereyan etmiştir).