Giriş

Bize Abdurrezzâk, ona Maʿmer, ona Zuhrî, ona Abdurrahman b. Kaʿb b. Mâlik, ona da babası (Kaʿb b. Mâlik) şöyle demiştir: "Tebük seferine kadar, ben, Bedir dışında, Rasulullah’ın (sav) katıldığı hiçbir gazveden geri kalmadım. Bedir’e katılmayanlardan hiç kimseyi Rasulullah (sav) kınamamıştır. Çünkü Bedir için yola çıktığında asıl hedefi kervandı. Kureyş de kendi kervanlarına destek için çıkmıştı. Böylece Allah’ın buyurduğu üzere [Enfâl, 8/42], önceden belirlenmiş bir buluşma olmadan, karşı karşıya geldiler. Vallahi, Rasulullah’ın insanlar içindeki en şerefli şahitliklerinden biri Bedir’dir. Buna rağmen ben, İslâm üzerine sözleştiğimiz Akabe gecesindeki biatte bulunmayı, Bedir’de bulunmaya tercih ederim. Daha sonra, Rasulullah’ın (sav) çıktığı son gazve olan Tebûk Gazvesi’ne kadar, hiçbir gazveden geri kalmadım. Rasulullah (sav) insanlara sefere çıkacaklarını haber verdi ve herkesin savaşa hazırlanmasını istedi. Bu (sefer), (sıcaktan dolayı) gölgelerin insana cazip geldiği ve meyveler olgunlaştığı bir vakitteydi. Rasulullah (sav) çoğu zaman gazveye çıkarken maksadını gizler, başka bir yeri hedef gösterirdi. ve 'Harp hiledir' buyururdu. [Yakub'un İbn Şihâb'ın kardeşinin oğlundan rivayetinde (إِلَّا وَرَّى بِغَيْرِهَا) ifadesi kullanılmıştır. Bize Süfyân, ona Ma'mer, Ona Zührî, ona da Abdurrahman b. Abdullah b. Kaʿb b. Mâlik bu hadisi rivayet etti ve rivayetinde (وَرَّى غَيْرَهَا) ifadesini kullanmış, ardından hadisi Abdurrezzâk'ın rivayetine dönmüş, (aynısını rivayet etmiştir).] Rasulullah (sav) çoğu zaman gazveye çıkarken maksadını gizler, başka bir yeri hedef gösterir ve 'Harp hiledir' buyururdu. Ama Tebûk’ta (bizzat nereye gideceğini açıklayarak), herkesin hazırlığını yapmasını arzu etti. Ben, o zamanlar, iki binek toplayacak kadar varlıklı ve cihada çıkabilecek en güçlü dönemimde, çevik ve güçlü idim. Fakat gölgelerin serinliği ve meyvelerin cazibesi beni oyalanmaya sevk etti. Rasulullah (sav) perşembe sabahı sefere çıktı. O, perşembe günleri yola çıkmayı severdi. Ben de kendi kendime 'Yarın pazara gidip hazırlığımı alır, onlara yetişirim' dedim. Ertesi gün pazara gittim ama işlerim biraz ağır geldi. Sonra yine 'Neyse, yarın hazırlar, onlara yetişirim inşallah' dedim. Böyle erteleyerek oyalandım, derken günah bana ağır bastı, üzerime çöktü ve seferden geri kalmış oldum. Mahzun bir şekilde sokaklarda dolaşmaya, Medine çarşılarında gezmeye başladım. Çünkü (savaştan geri kalanların tamamının) münafıklıkla itham edilen kimseler olduğunu görüyordum. Rasulullah’tan (seferden) geri kalan herkes, geri kalmasının fark edilmeyeceğini düşünüyordu. Zira geri kalanlar bir divanda (kayıt defterinde) bir araya getirilmeyecek kadar çoktu; seksen küsur kişiydi." "Tebûk’a varıncaya kadar Rasulullah (sav) benden söz etmedi. Tebûk’a vardığında 'Kaʿb b. Mâlik ne yaptı?' diye sordu. Kavmimden biri 'Ey Allah'ın Rasulü! Elbiseleri ve omuzlarına bakıp böbürlenmesi onu seferden alıkoydu' dedi. [Yakub'un İbn Şihâb'ın kardeşinin oğlundan rivayetinde (بُرْدَاهُ وَالنَّظَرُ فِي عِطْفَيْهِ) ifadesi kullanılmıştır.] Muâz b. Cebel de 'Ne kötü söz söyledin! Vallahi ey Allah'ın Rasulü, onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz' dedi. Onlar böyle konuşurken, sıcağın serabı içinde, bir adamın yürüyerek geldiğini gördüler. Rasulullah (sav) 'Bu, Ebu Hayseme olmalı' buyurdu, Bir de baktık ki gerçekten de gelen Ebu Hayseme idi. Sonra Tebûk seferini tamamlayan Rasulullah (sav) dönüp Medine’ye yaklaşınca, ben, Rasulullah’ın (sav) öfkesinden kurtulmanın yollarını aramaya ve ailemden, kendisine danışılacak herkesten fikir sormaya başladım. Nihayet 'Rasulullah (sav) yarın sabah Medine’ye girecek' denilince artık içimdeki bütün yanlış düşünceler kayboldu ve kesin olarak anladım ki, ancak doğruyu söyleyerek kurtulabilirim. Rasulullah (sav) kuşluk vakti Medine’ye girdi. Her sefer dönüşü adeti olduğu üzere Mescide girer iki rekât namaz kılar ve otururdu. Bu sefer de öyle yaptı. Ardından seferden geri kalanlar gelmeye başladılar. Onlar yemin edip, özür beyan ediyorlar, Hz. Peygamber (sav) de onların zahirî beyanlarını esas kabul edip, onlar için bağışlanma diliyor ve iç dünyalarını ise Allah’a bırakıyordu. Ben de mescide girdim. Rasulullah (sav) beni görünce öfkeli bir adam gibi tebessüm etti. Yanına varıp oturdum. Bana 'Sen binek hazırlamamış mıydın?' buyurdu. Ben de 'Evet, ey Allah’ın Rasûlü, hazırlamıştım' dedim. 'Peki seni alıkoyan ne oldu?' buyurdu. Ben de 'Vallahi, ey Allah’ın Rasulü! Eğer senden başka herhangi birinin yanında bulunsaydım, mutlaka bir mazeret ileri sürer, onun öfkesinden kurtulurdum. Çünkü ben tartışmada güçlü biriyim. [Yakub'un İbn Şihâb'ın kardeşinin oğlundan rivayetinde 'Onun gazabından bir özürle kurtulabileceğimi gördüm. (Ukayl’in rivayetinde ise 'onun gazabından bir özürle çıkabilirim' şeklinde geçmektedir.) ama belki de Allah seni bana öfkelendirecektir. Eğer sana doğru bir söz söylersem bu konuda bana darılacaksın, fakat ben bu hususta Allah’ın affını umarım’ denilmektedir.] Fakat ben biliyorum ki eğer ben, aleyhime de olsa, sana doğruyu söylersem, sen bana kızabilirsin, ama ben Allah’ın affını umarım. Ama, seni hoşnut edecek bir bir yalan söylersem, Allah, onun hakikati konusunda seni bilgilendirir. Allah’a yemin olsun ki, ey Allah’ın Rasulü, hiçbir zaman, Tebûk’tan geri kaldığım günkü kadar varlıklı ve sefere hazırlıklı bir konumda hiç olmadım' dedim. Rasulullah (sav) 'İşte bu adam size doğruyu söyledi. Haydi kalk, artık Allah senin hakkında hükmünü verinceye kadar bekle' buyurdu. Ben kalktım. Kavmimden bazı kimseler peşimden gelip beni azarladılar ve 'Vallahi, daha önce senin günah işlediğini bilmiyoruz. Keşke Hz. Peygamber'in (sav) hoşnut olacağı bir mazeret bildirseydin, ardından O da senin için istiğfar ederdi, böylece kendini, hakkında ne hüküm verileceğini bilmediğin bir konuma düşürmezdin' dediler. Beni o kadar azarladılar ki, dönüp söylediklerimi inkâr etmeyi düşündüm. Sonra onlara 'Benim gibi konuşan oldu mu?' dedim, 'Evet, Hilâl b. Ümeyye ve Murâre b. Rebî de aynı şekilde konuştu' dediler. Bunlar Bedir’e katılmış, salih kimselerdi. Bunun üzerine ben 'Hayır! Vallahi, asla sözümü geri almayacağım, kendimi yalanlamayacağım' dedim." "Rasulullah (sav), üçümüz hakkında, 'Onlarla kimse konuşmasın' diye emretti. Bundan sonra çarşıya çıktığımda kimse benimle konuşmuyordu. İnsanlar, sanki bizim tanıdığımız insanlar değilmiş gibi bize yabancılaştı. Duvarlar bile sanki tanıdığımız duvarlar değilmiş gibi bize yabancı geliyordu. Hatta yeryüzü bile, sanki tanıdığımız yeryüzü değilmiş gibi, bize yabancı görünüyordu. Ben aslında o iki arkadaşımdan daha güçlüydüm. Çarşıya gidiyor, mescide uğruyor, Rasulullah’a (sav) selam veriyordum. Kendi kendime 'Acaba dudaklarını selamıma karşılık kıpırdattı mı?' diye bakıyordum. Namaz kılmak için direklerden birinin arkasına durduğumda, Rasulullah (sav) göz ucuyla bana bakıyor, ama ben ona bakınca yüzünü çeviriyordu. İki arkadaşım ise tamamen teslimiyet göstermiş, gece gündüz ağlıyor, başlarını bile kaldırmıyorlardı. Bir gün çarşıda dolaşırken, yiyecek satmak için gelen bir Hristiyan adam 'Bana Kaʿb b. Mâlik’i gösterecek kim var?' diye soruyordu. İnsanlar beni işaret ettiler. O da bana geldi ve Gassân melikinden bir mektup getirdi. Mektupta 'Bundan sonra: Arkadaşının seni dışladığı ve sana sırt çevirdiği haberi bana ulaştı. Hâlbuki sen aşağılanacak, zayi edilecek bir yerde değilsin. Bize katıl, seni şereflendirelim' diyordu. Ben mektubu okuyunca 'İşte bu da bir imtihan ve fitne' dedim, hemen tandırı tutuşturdum, mektubu içine atıp yaktım. Kırk gece geçince, Rasulullah’tan (sav) bir elçi geldi ve bana 'Hanımından ayrı dur' dedi. Ben 'Onu boşayacak mıyım?' diye sordum, 'Hayır, ama ona yaklaşma' dedi. Hilâl b. Ümeyye’nin hanımı Rasulullah’a (sav) geldi ve 'Ey Allah’ın Rasulü! Hilâl yaşlı ve güçsüzdür. Ona hizmet etmem için bana izin verir misin?' dedi. Rasulullah (sav) 'Evet, ama sakın sana yaklaşmasın' buyurdu. Kadın 'Vallahi onda böyle bir hal yok! O günden beri gece gündüz ağlıyor, hiç hareket etmiyor' dedi. Kaʿb der ki: İmtihanım uzayınca, amcaoğlum Ebu Katâde’nin bahçesine tırmanıp girdim. Ona selam verdim. Selamımı almadı. 'Ey Ebu Katâde! Allah aşkına söyler misin, ben Allah’ı ve Rasûlünü seviyor muyum?' dedim, sessiz kaldı. Tekrar 'Ey Ebu Katâde! Allah için söyle, ben Allah’ı ve Rasulünü seviyor muyum?' dedim, yine sustu. Üçüncü defa söyledim. Bunun üzerine bana 'Allah ve Rasûlü daha iyi bilir' dedi. Artık kendime hâkim olamadım, ağladım ve bahçeden çıkıp gittim." "Rasulullah’ın (sav) bizimle konuşmayı yasaklamasının üzerinden elli gece geçmişti. Evimizin damında sabah namazını kıldım. Sonra oturdum. Allah'ın 'Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, ve bunalmışlardı' Tevbe, 9/118 ayetinde buyurduğu konumdaydım. İşte o haldeyken, Sel Dağı’nın tepesinden 'Müjde ey Kaʿb b. Mâlik!' diye bir ses duydum, hemen secdeye kapandım. Anladım ki Allah bize ferahlık vermiştir. Bir adam da atla yanıma geldi ve bana müjdeyi verdi. Ama dağın tepesinden gelen ses attan daha hızlı ulaştı. Müjdeciye sevincimin karşılığı olarak üzerimdeki takım elbisemi verdim, ben de başka bir takım elbise giydim. Bizim tövbemiz (ile ilgili ayetler), gecenin üçte ikisi geçtiğinde Rasulullah’a (sav) inmişti. Ümmü Seleme 'Ey Allah'ın Rasulü! Kaʿb b. Mâlik’e hemen müjde versek olmaz mı?' dedi. Rasulullah (sav) 'Evet, ama o zaman insanlar kapınızı aşındırır, gece boyunca uyumanıza engel olurlar' buyurdu. Ümmü Seleme benim hakkımda hayır düşünen ve halime üzülen biriydi. Ben hemen Rasulullah’a (sav) gittim. Mescitte, etrafı Müslümanlarla çevrili halde oturuyordu. Yüzü ay gibi aydınlanmıştı. Zira o, sevindiğinde yüzü parıldardı. Yanına vardım, oturdum. Bana 'Müjde ey Kaʿb b. Mâlik! Annenin seni doğurduğundan beri sana gelen en hayırlı gün budur' buyurdu. Ben 'Ey Allah’ın Rasulü! Bu müjde sana Allah’tan mı geldi, yoksa sizden mi?' dedim, 'Hayır, Allah’tandır' buyurdu. Sonra 'Andolsun ki, Allah, yine peygambere ve en zor gününde ona uyan Muhacirler'le Ensar'a, içlerinden bir kısmının kalbleri az kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip etti de lütfedip tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, gerçekten çok şefkatli, çok bağışlayıcıdır' Tevbe, 9/117 ayetini okudu ve 'Allah’tan sakının ve sadıklarla beraber olun.' Tevbe, 9/119 ayetinin bizim için de indirildiğini söyledi. Ben 'Ey Allah'ın Rasulü! Tövbemin kabulünün (şükrü olarak) bundan böyle ömrüm boyunca sadece doğruyu söyleyeceğim. Ayrıca bütün malımı sadaka olarak Allah ve Rasûlü’ne vermek istiyorum' dedim. Rasulullah (sav) 'Malının bir kısmını yanında tut, bu senin için daha hayırlıdır' buyurdu. Ben 'Öyleyse Hayber’deki hissemi elimde tutacağım' dedim. Kaʿb der ki: Allah’ın bana İslâm’dan sonra verdiği en büyük nimet, Rasulullah’a doğruyu söylememdir. Eğer o gün yalan söyleseydim, helâk olmuştum. Ben ve iki arkadaşım doğruyu söyledik, Allah da bizi kurtardı. O günden sonra, hiçbir zaman kasten yalan söylemedim ve Allah’ın da ömrüm boyunca beni doğruluk üzere sabit kılmasını ümit ediyorum."


    Öneri Formu
76372 HM027717 İbn Hanbel, VI, 387

Bize Ma'mer, ona Zuhrî, ona Urve b. Zübeyir, ona Hz. Âişe şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'e gelen vahiy, başlangıçta, uykuda sadık rüya şeklindeydi. Gördüğü her rüya sabahın aydınlığı gibi apaçık olurdu. Ardından kendisine yalnızlık sevdirildi. O, Hira mağarasına çekilir, orada ailesine dönmeden birçok gece tehannüs -ibadet- ederdi. Bunun için de yanına azık alırdı. (Azığı bittikten) sonra Hatice'nin yanına döner, yine azık alırdı. (Hal böyle iken) kendisi Hira mağarasında bulunduğunda kendisine vahiy geldi. O'na melek geldi ve 'Oku' dedi. Hz. Peygamber (sav) 'Ben okuma bilmem' dedi. Hz. Peygamber der ki: (Melek) beni aldı, öyle bir sıktı ki takatim kesildi. Sonra beni bıraktı ve 'Oku' dedi. Ben ise 'Okuma bilmem' dedim. Beni yine aldı ve ikinci kez takatim kesilene kadar sıktı, ardından bıraktı ve 'Oku' dedi. Ben 'Okuma bilmem' dedim. Beni (bir daha) aldı ve takatim kesilene kadar üçüncü defa sıktı, sonra bıraktı. Bana, 'Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı alaktan yarattı. Oku, rabbin en cömert olandır. O, insana, kalemle bilmediğini öğretti' Alak, 95/1-5 dedi. Hz. Peygamber (sav) korkudan titreyerek döndü, Hatice'nin yanına girip 'Beni örtün, beni örtün' buyurdu. Korku hali ondan gidene kadar onu örttüler. Ardından o, Hatice'ye 'Ey Hatice, bana ne oluyor' diyerek başından geçenleri ona anlattı ve 'kendim için endişeleniyorum' buyurdu. Hatice ise O'na 'Asla, (bilakis) sevin! Vallahi, Allah seni asla rezil-rüsva etmez. Vallahi, sen, akrabalarınla ilgilenir, doğru konuşur, ihtiyaç sahiplerini gözetir, yoksula, mahruma kazandırır, misafiri ağırlar, Hak'tan gelen musibetlerde insanlara yardım edersin' dedi. Hatice onu alıp Varaka b. Nevfel b. Râşid b. Abdüluzzâ b. Kusayy'a götürdü. Varaka Hz. Hatice'nin amcasının oğlu olup Cahiliye devrinde Hristiyan olmuştu. Arapça yazı bilir ve Allah'ın imkan verdiği kadarıyla İncil'i Arapça yazardı. Oldukça yaşlı biriydi ve gözleri görmez olmuştu. Hatice ona 'Ey amca, bak kardeşinin oğlu ne diyor, bir dinle' dedi. Varaka b. Nevfel 'Ey kardeşimin oğlu ne görüyorsun?' diye sordu. Rasulullah da ona gördüklerini anlattı. Bunun üzerine Varaka 'Bu, Musa'ya (as) indirilen Nâmûs'tur. Keşke kavmin seni sürdüğünde genç olabilseydim!' dedi. Rasulullah (sav) 'Onlar beni sürecekler mi?' dedi. Varaka da 'Evet, senin getirdiğinin benzerini kim getirdiyse ona eziyet edilmiş, düşmanlık yapılmıştır, senin o gününe yetişirsem, her şeyimle sana yardım edeceğim' dedi. Sonra çok geçmeden Varaka vefat etti." "Bir müddet vahiy kesildi (fetret dönemi oldu). Bu (fetret devri), Allah Rasulü’nü (sav) çok üzdü. Bize ulaşan haberlere göre, bu üzüntü sebebiyle kendisini dağların zirvelerinden aşağı atmak istediği zamanlar oldu. Ne zaman bir dağın zirvesine çıksa, Cebrâil (as) kendisine görünerek 'Ey Muhammed! Sen Allah’ın Rasulüsün, hak üzere gönderildin' derdi. Bunun üzerine kalbi yatışır, içi sükûna kavuşur ve oradan geri dönerdi. Ama vahyin kesintisi uzayınca yine aynı şeyi yapmak ister, dağa çıktığında Cebrâil (as) tekrar görünür, aynı sözü söylerdi. Ma'mer der ki: Bana Zuhrî, ona Ebu Seleme b. Abdurrahman, ona da Câbir b. Abdullah'ın rivayet ettiğine göre Rasulullah (sav), vahyin kesilme dönemini anlatırken şöyle buyurmuştur: Bir gün yürüyordum. Gökten bir ses duydum. Başımı kaldırdım. Hira’da bana gelen meleği, gökle yer arasında bir kürsü üzerinde otururken gördüm. Onu görünce korkudan sarsıldım. Hemen eve dönüp 'Beni örtün, beni örtün, beni sarın, beni sarın' dedim. Bunun üzerine Yüce Allah 'Ey bürünen! Kalk ve uyar. Rabbini tekbir et. Elbiseni temiz tut. Pislikten (putlardan) uzak dur.' [Müddessir, 74/1–5] Bu ayetler, namaz farz kılınmadan önce inmiş olup ayette geçen “الرُّجْزَ” kelimesinden maksat putlardır. Ma‘mer der ki: Zuhrî bana şöyle haber vermiştir: Hatice (r.anha) vefat ettiğinde Rasulullah (sav) 'Cennette, Hatice için, inciden yapılmış bir köşk gördüm, içinde ne gürültü vardır ne de yorgunluk.' buyurmuştur. Bize ulaşana göre, Rasulullah’a (sav) Varaka b. Nevfel hakkında soruldu, Hz. Peygamber (sav) de 'Onu rüyada gördüm, üzerinde beyaz elbiseler vardı. Zannederim, eğer cehennemlik olsaydı onun üzerinde beyazlık görmezdim' buyurdu. Sonra Rasulullah (sav), insanları gizli ve açık olarak İslam’a, putları terk etmeye davet etmeye başladı." "Ma'mer der ki: Bana Katâde, ona Hasan ve başkaları şöyle haber vermiştir: İlk iman eden, 15 ya da 16 yaşında olan Ali b. Ebu Tâlib’tir (ra). (Ma'mer) der ki: Bana Osman el-Cezerî, ona Miksam, ona da İbn Abbâs 'Ali, İslam’ı ilk kabul eden kişidir' demiştir. Ben bunu Zuhrî’ye sordum, bana 'Biz, Zeyd b. Hârise’den önce kimsenin Müslüman olduğunu bilmiyoruz' dedi ve şöyle devam etti: Allah dilediği gençlerden ve toplumun zayıf kesiminden bir grup İslam’a girdi. Onların sayısı arttı. Kureyş’in kâfirleri ise onun söylediklerini inkâr ettiler. Kendi meclislerinde yanından geçerken ona işaret ederek 'Abdülmuttalib’in bu genci gökten konuşulduğunu iddia ediyor' derlerdi. Ma'mer der ki: Zuhrî şöyle demiştir: Kavminin ileri gelenlerinden yalnızca iki kişi iman etmişti: Ebu Bekir ve Ömer (r.anhuma). Ömer ise başlangıçta Rasulullah’a (sav) ve müminlere karşı çok aşırı düşmandı. Bunun üzerine Nebî (sav) 'Allah’ım! Dinini Ömer b. Hattâb ile güçlendir' diye dua etti. Hz. Ömer'den önce birçok kimse Müslüman olmuştu. Hz. Ömer’in İslam’a girişi başlangıçta şöyle olmuştur: Kız kardeşi Ümmü Cemîl bt. Hattâb’ın Müslüman olduğu ve yanında gizlice okuduğu bir kürek kemiği (yazılı sahife) bulunduğu haberi Hz. Ömer'e ulaştı. Ayrıca Hz. Ömer’in yediği leşten (putlara sunulmuş kurban etinden), kız kardeşinin yemediği söylendi. Bunun üzerine Ömer kız kardeşinin evine girdi ve 'Yanında bana haber verilen o kemik nedir? Onda, İbn Ebî Kebşe’nin (yani Resûlullah’ın) söylediklerini mi okuyorsun?' dedi. Kız kardeşi 'Yanımda öyle bir şey yok' dedi. Bunun üzerine Ömer, onu tokatladı veya dövdü. Sonra evin içinde o kemiği aradı, bulunca da 'Bana, senin yediğim yemekten yemediğin söylendi' dedi. Ardından o kemikle kız kardeşine vurdu ve başını iki yerinden yardı. Sonra kemiği aldı ve birine okuması için götürdü. Çünkü Ömer yazı bilmezdi. O kişi ona okudu. Ömer Kur'an'ı dinleyince kalbi harekete geçti, İslam gönlüne yerleşti. Akşam olunca Rasulullah’a (sav) doğru gitti. Peygamber Efendimiz yüksek sesle Kur'an okuyarak namaz kılıyordu. Hz. Ömer 'Sen daha önce bir kitabtan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı, batıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi. Hayır, o, kendilerine ilim verilenlerin kalplerindeki apaçık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi ancak zalimler inkâr eder. [Ankebût, 29/48-49] ayetlerini ve 'Kâfirler 'Sen peygamber değilsin' derler. De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter, bir de yanında Kitab’ın ilmi bulunan kimse.' [Ra‘d, 13/43] ayetini işitti. Rasulullah (sav) namazı bitirince evine yöneldi. Ömer, onu görünce peşinden hızla yürüdü ve 'Dur benim için ey Muhammed!' dedi. Rasulullah (sav) 'Allah’a sığınırım senden' buyurdu. Ömer 'Dur benim için ey Muhammed! Ey Allah’ın Rasulü!' dedi. Bunun üzerine Peygamber (sav) onu bekledi. Ömer ona iman etti ve onu tasdik etti. Ömer Müslüman olunca, dayısı Velî b. Muğîre’nin oğlu Hâlid’in yanına girdi ve 'Ey dayım! Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed O’nun kulu ve Rasulüdür. Bunu kavmine duyur'dedi. Velîd 'Yeğenim! İşinde acele etme. Çünkü bu öyle bir iştir ki, insan sabah başka bir halde, akşam başka bir halde bulunur' dedi. Ömer 'Vallahi, iş bana apaçık göründü. Kavmine benim İslam’ımı bildir' dedi. Velîd 'Ben senin hakkında bunu ilk dile getiren olmayacağım' dedi. Bunun üzerine Ömer, Cemîl b. Ma‘mer el-Cumahî’nin yanına girdi ve 'Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun kulu ve Rasulüdür' dedi. Cemîl hemen aceleyle ridâsını sürükleyerek Kureyş’in meclislerine koştu ve 'Ömer b. Hattâb dinden çıktı' diye bağırdı. Fakat Kureyş ona hiçbir karşılık vermedi. Çünkü Ömer kavminin büyüğü idi, ona karşı çıkmaktan çekindiler. Bunu gören Ömer onların karşısına dikildi. Hicr’e (Kâbe yanına) girdi, sırtını Kâbe’ye dayadı ve 'Ey Kureyş topluluğu! Biliniz ki ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun kulu ve Rasulüdür' dedi. Bunun üzerine onlar topluca ayağa kalktılar, şiddetle Ömer’le dövüştüler. O da gün boyunca onlarla savaştı ve onları dağıttı. Sonra Ömer İslam’ını açıktan ilan etti. Artık sabah akşam onların meclislerine gider, yüksek sesle şehadet getirirdi. Onlar ise ilk saldırılarından sonra artık ona ilişemediler. Bu durum Kureyş kâfirlerini çok zorladı. Çünkü Ömer’in İslam’ı, Müslüman olan herkes için büyük bir dayanak oldu. Bunun üzerine müşrikler, ellerinden gelen zulmü yaparak Müslümanlardan bir grubu işkencelere uğrattılar. Ma'mer, ona da Zührî şöyle demiştir: Hilâl, Rasulullah’a (sav) eziyet eden ve ona düşmanlık gösteren müşriklerin küfür üzere ölen atalarını zikretti." "Rasulullah'ın (sav) geceleyin (Mescid-i Haram'dan) Mescid-i Aksâ’ya yolculuğunun (İsra ve Mirac yolculuğunun) gerçekleştiği günün, ertesi sabahı insanlar, Hz. Peygamber'in (sav) İsra haberini aktardılar. Bunun üzerine, önceden onu tasdik edip iman etmiş bazı kimseler dinden döndüler ve fitneye düşüp onu bu hususta yalanladılar. Müşriklerden biri Ebu Bekir’e geldi 'Bak, arkadaşın bu gece Beytü’l-Makdis’e götürüldüğünü, sonra da aynı gecede geri döndüğünü iddia ediyor' dedi. Ebu Bekir 'Bunu gerçekten söyledi mi?' dedi. 'Evet' dediler. O zaman Ebu Bekir: 'Eğer bunu O söylediyse, mutlaka doğru söylemiştir' dedi. Onlar 'Onun, bir gecede Şam’a gidip geri döndüğünü nasıl tasdik edebiliyorsun?” dediler. Ebu Bekir de 'Evet, ben, ondan daha ötesini tasdik ediyorum. Ben, sabah akşam semadan Ona gelen haberi tasdik ediyorum' dedi. İşte bu sebeple Ebu Bekir’e “Sıddîk” lakabı verildi. Ma'mer derki: Bana Zührî, ona da Enes b. Mâlik şöyle haber vermiştir: Nebî’ye (sav), İsra gecesi elli vakit namaz farz kılındı, sonra beşe indirildi. Ardından Yüce Allah 'Ey Muhammed! 'Söz bende değişmez' [Kaf, 50/29]. Senin için bu beş vakit, elli vakit sevabı değerindedir' buyurdu. Ma'mer der ki: Bana Zührî, ona Ebu Seleme, ona da Cabir b. Abdullah'ın haber verdiğine göre Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: Kavmim beni yalanladığında Hicr’de ayağa kalktım. Bunun üzerine Beytü’l-Makdis bana yükseltildi, öyle ki onu görüp onlara vasıflarını bir bir anlatmaya başladım. Ma‘mer der ki: Bana Zührî, ona Saîd b. Müseyyeb, ona Ebu Hüreyre’nin haber verdiğine göre Hz. Peygamber (sav) 'İsrâ gecesi Mûsâ (as) ile karşılaştım' buyurdu ve onu 'Saçları sert dalgalı, sanki Şenûe kabilesinden bir adam gibiydi' diye tarif etti. Sonra 'İsa (as) ile karşılaştım' buyurdu ve onu 'Orta boylu, kızıl tenli, sanki hamamdan yeni çıkmış gibiydi' diye tarif etti, sonra da 'İbrahim’i gördüm; onun çocukları içinde ona en çok benzeyen benim' buyurdu ve şöyle devam etti: Bana içinde biri süt, diğeri şarap olan iki kap getirildi. 'Hangisini istersen onu al' denildi. Ben sütü aldım ve içtim, bana 'Sen fıtrata yöneldin, fıtratı buldun. Eğer şarabı alsaydın, ümmetin sapmış olurdu' denildi."


    Öneri Formu
80664 MA009719 Musannef-i Abdurrezzak, V, 321