Bize Abdullah b. Muhammed, ona Yezîd b. Harun, ona Asbağ b. Zeyd, ona Kasım b. Ebu Eyyûb, ona da Saîd b. Cübeyr şöyle demiştir:
"Abdullah b. Abbas’a, Allah Teâlâ’nın, Mûsâ'ya (as) hitaben 'Seni türlü türlü imtihanlardan geçirdik' Tâhâ, 20/40 buyruğunu sordum ve 'Bu imtihanlar (fitûn) nedir?' dedim, bana 'Ey İbn Cübeyr, bu konu uzun bir hadistir, gündüz yeniden gel, sana anlatayım' dedi. Sabah olunca, İbn Abbas’a gittim ve bana “fitûn hadisini” anlatmasını istedim. Bunun üzerine şöyle dedi:"
"Firavun ve çevresindekiler, Allah Teâlâ’nın İbrahim'e (as), soyundan peygamberler ve hükümdarlar çıkaracağını vadetmesi hakkında konuşmaya başladılar. Aralarından bazıları 'İsrail oğulları bu vaadi bekliyor ve bunda hiç şüphe etmiyorlar' dediler. Onlar (Firavun ve ahalisi), bu kişinin Yusuf b. Yakub olduğunu sanıyorlardı. Ancak Yusuf ölünce 'İbrahim’e (as) verilen vaat bu değildir' dediler. Bunun üzerine Firavun onlara 'Sizin görüşünüz nedir?' diye sordu. Onlar da istişare edip 'Silahlı adamlar gönderelim, İsrail oğulları arasında dolaşsınlar, doğan her erkek çocuğu bulduklarında öldürsünler' kararında ittifak ettiler ve böyle de yaptılar. Ancak bir süre sonra baktılar ki İsrail oğullarının yaşlıları ölüyor, küçükleri ise doğar doğmaz öldürülüyor. O zaman birbirlerine 'Bu gidişle İsrail oğullarını tamamen yok edeceksiniz. Onlar bizim işlerimizi ve hizmetlerimizi yapıyorlar. Eğer yok olurlarsa, hizmet edecek kimse kalmaz' dediler. Bunun üzerine aralarında yeni bir karara vardılar ve 'Bir yıl doğan erkek çocukları öldürelim, bir yıl ise öldürmeyelim. Böylece hem nesilleri tükenmez, hem de bize karşı çoğalmalarından korkmayız' dediler. Bu sırada, Mûsâ’nın annesi Harun'a hamile kaldı. — Bu, çocukların öldürülmediği yıldı. Bu sebeple Harun'u açıkça, korkmadan doğurdu."
"Derken bir sonraki yıl, annesi Mûsâ’ya hamile kaldı. İçine bir kaygı ve hüzün düştü. İşte ey İbn Cübeyr, o imtihanlardan biri budur. Mûsâ, annesinin rahmindeyken bile, kendisi hakkında planlananlardan haberdar olmaksızın imtihanlara konu olmuştu. Allah Teâlâ, ona (Mûsâ’nın annesine) 'Korkma ve üzülme! Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız' buyurdu. Kasas, 28/7 Allah, ona, doğum yaptığında çocuğunu bir sandık (tabut) içine koymasını ve nehre bırakmasını emretti. Kadın da doğum yapınca, bu emri yerine getirdi. Ancak çocuğu gözden kaybolunca şeytan ona gelip vesvese verdi. Kadın kendi kendine 'Ben ne yaptım. Oğlum yanımda kesilseydi, en azından onu kefenler, gömerdim. Ama şimdi onu denizin hayvanlarına, balıklara atmış oldum' dedi. Su, sandığı sürükleyip götürdü ve Firavun’un karısının hizmetçi kızlarının su almaya geldikleri yere kadar ulaştırdı. Onlar sandığı görünce aldılar. Açmak istediler. Fakat içlerinden biri 'Bu sandıkta belki de kıymetli bir şey vardır. Eğer sandığı açarsak, içinden ne çıkarsa çıksın, kralın hanımı bize inanmaz' dediler ve sandığı olduğu gibi, açmadan Firavun’un hanımına teslim ettiler. Kadın sandığı açınca, içinde bir erkek bebek gördü. Ona baktığı anda, kalbine öyle bir sevgi ilham edildi ki, o zamana kadar hiç kimseye karşı böyle bir sevgi duymamıştı. 'Mûsâ’nın annesinin kalbi bomboş kalmıştı' Kasas, 28/10 yani o anda kalbinde Musa'nın düşünmek dışında hiçbir düşünce kalmamıştı."
"Firavun’un (görevlendirdiği) cellatlar, (Bir bebeğin bulunduğu) haberini duyunca ellerinde bıçaklarla, çocuğu öldürmek için Firavun’un hanımına geldiler. İşte ey İbn Cübeyr, o imtihanlardan bir diğeri de budur. (Firavunun) karısı onlara 'Onu bırakın, Bu tek çocuk, İsrail oğullarını çoğaltmaz. Ben gidip Firavun’dan onu bana bağışlamasını isteyeyim. Eğer bana bağışlarsa, iyilik etmiş olursunuz, eğer öldürülmesini emrederse, o zaman sizi kınamam' dedi. Sonra Firavunun huzuruna gitti ve '(İzin ver) bu çocuk benim ve senin için bir göz aydınlığı olsun' dedi. Kasas, 28/10 Firavun 'Senin göz aydınlığın olur, ama benim olmaz, ben ona ihtiyaç duymam' dedi. Bunun üzerine Rasulullah (sav) 'Canımı kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, eğer Firavun da karısı gibi 'Bu çocuk benim de göz aydınlığım olsun' deseydi, Allah onu da karısı gibi hidayete erdirirdi. Ancak Allah onu bundan mahrum etti."
"Sonra Firavun’un karısı, çevresindeki kadınlara, sütanne bulmaları için haber gönderdi. Mûsâ’ya bir sütanne seçmek istiyordu. Fakat hangi kadın onu emzirmeye kalktıysa, çocuk onun memesini kabul etmedi. Bu durum Firavun’un karısını endişelendirdi, Süt emmezse ölecek diye üzüldü. Bunun üzerine çocuğu dışarı çıkartıp çarşıya, insanların arasına götürmelerini emretti, belki bir sütanne bulurlar diye. Fakat hiçbir kadını kabul edip (emmedi). O sırada Mûsâ’nın annesi şaşkın ve perişandı, kızına 'Git, onun izini araştır, onun hakkında bir haber duyabiliyor musun? Oğlum hâlâ yaşıyor mu, yoksa denizin hayvanları tarafından yenildi mi?' dedi. Kadın, Allah’ın ona daha önce verdiği vaadi unutmuştu. Mûsâ’nın kız kardeşi (nehre bırakılan kardeşini) uzaktan gözetledi Kasas, 28/11“عن جنبٍ” kelimesi uzaktan, bir şeyi kenardan, belli etmeden, izlemesi anlamına gelmektedir. Firavun’un hanımının hizmetçileri bir sütanne bulamayınca kız kardeşi sevinçle 'Size onu emzirecek, ona karşı merhametli olacak bir aileyi göstereyim mi?' dedi. Kasas, 28/12 Bunun üzerine onu (Mûsâ’nın kız kardeşini) yakalayıp 'Sen bu insanların ona karşı samimi olacaklarını nereden biliyorsun? Onları tanıyor musun?' diye sordular ve hatta söylediklerinden şüphe ettiler. İşte ey İbn Cübeyr, bu da imtihanlardan biridir. Kız kardeşi 'Onların ona samimiyetleri ve şefkatleri, kralın yakın çevresinden olma istekleri ve onun hizmetinden doğacak menfaat umudundandır' dedi. Bunun üzerine onu serbest bıraktılar. O da hemen annesinin yanına koştu ve olanları haber verdi. Mûsâ’nın annesi geldi. Çocuğu kucağına alınca, Mûsâ hemen memesini tuttu ve emmeye başladı; öyle ki yanları doygunlukla doldu. Derhal müjdeciler, Firavun’un karısına koştular ve 'Oğluna süt verecek bir kadın bulduk' dediler. Firavun’un karısı onları çağırdı. Mûsâ’nın annesi çocuğu da alarak huzuruna girdi. Kadın, Mûsâ’nın annesinin elinde çocuğun sakinleştiğini görünce 'Yanımda kal ve bu oğlumu emzir. Çünkü ben hiçbir şeyi onu sevdiğim kadar sevmedim' dedi. Mûsâ’nın annesi 'Ben evimi ve kendi çocuklarımı bırakamam, çünkü onlar da bana muhtaçtırlar. Eğer razı olursan, onu bana ver, evime götüreyim, orada bakayım. Elden gelen her iyiliği yaparım, ama evimi ve çocuklarımı bırakamam. O anda Mûsâ’nın annesi, Allah’ın ona verdiği (Biz onu sana geri döndüreceğiz) vaadini hatırladı. Firavun’un eşi ile aralarında bir konuşma geçti ve sonunda anlaştılar. Mûsâ’nın annesi, Allah’ın sözünü mutlaka yerine getireceğine kesin olarak inandı ve o gün çocuğuyla birlikte evine döndü."
"Allah, Mûsâ’yı güzel bir biçimde büyüttü, onu korudu ve kaderinde olanı takdir etti. Mûsâ sayesinde, İsrailoğulları, Firavun’un zulmü altında zorla çalışmaktan, bir süreliğine de olsa, bir nebze korunmuş oldular. Mûsâ büyüyüp serpilince, Firavun’un karısı Mûsâ’nın annesine 'Oğlumu süsle bana (getir), görmek istiyorum' dedi. Mûsâ’nın annesi bir gün belirledi; o gün Mûsâ’yı getirecekti. Firavun’un karısı da hazinedarına ve hizmetçilerine 'Bugün her biriniz oğlumu bir hediye veya ikramla karşılasın. Herkesin ona nasıl bir ikramda bulunduğunu görmek istiyorum. Herkesten gelen hediyeleri saymak üzere güvenilir birini göndereceğim' dedi. Böylece Mûsâ, annesinin evinden çıkıp saraya gelinceye kadar, yol boyunca hediyeler, ikramlar ve şereflerle karşılandı. Firavun’un karısının yanına girince, kadın onu süsledi, ikramlarda bulundu, sevinçle sarıldı ve annesine de (iyi terbiyesinden dolayı) hediyeler verdi. Ardından 'Şimdi onu Firavun’a götüreceğim, o da onu sevindirsin ve onurlandırsın' dedi. Kadın, Mûsâ’yı alıp Firavun’un yanına girdi. Firavun çocuğu kucağına aldı. Fakat Mûsâ, Firavun’un sakalını yakaladı ve çekti, öyle ki neredeyse (başını) yere eğdi. Allah’ın düşmanlarından olan azgınlar, Firavun’a '(Durumu) görmüyor musun? Allah’ın İbrahim peygamberine verdiği vaadi hatırla. O (vadinde), bu çocuğun seni yıkacağını, seni alt edeceğini ve sana üstün geleceğini iddia etmişti' dediler. Bunun üzerine Firavun, katillerini (cellatlarını) çağırıp Mûsâ’yı öldürmelerini emretti. Ey İbn Cübeyr, işte imtihanlardan biri de budur. Allah Teâlâ, her beladan sonra Mûsâ’yı bir başka sınavla imtihan ediyordu. O sırada Firavun’un karısı aceleyle Firavun’a geldi ve 'Bana bağışladığın bu çocuk hakkında düşüncen nedir? Niye böyle davranıyorsun?' dedi. Firavun 'Görmüyor musun? (Allah İbrahim'e vaadinde) bu çocuğun, bana galip geleceğini, beni alt edeceğini söylüyor' dedi. Kadın 'O hâlde aramızda, gerçeği ortaya koyacak bir deneme yap. Ona iki parça kor (köz) ve iki inci getir ve bunları önüne koy. Eğer incilere uzanır, közlerden uzak durursa, onun akıllı bir çocuk olduğunu anlarsın. Ama közlere uzanır, incileri bırakırsa, o hâlde onun henüz bilinçli olmadığını ve masum olduğunu anlarsın. Zira akıllı bir kimse, inci yerine közleri almaz' dedi. Bu teklif kabul edildi. Mûsâ’nın önüne iki köz ve iki inci getirildi. Mûsâ elini uzattı ve közleri aldı. Onlar, ellerini yakmasından korkarak hemen közleri onun elinden aldılar. Kadın 'Çocuğun henüz akıllı olmadığını görüyor musun?' dedi. Böylece Allah Teâlâ, az daha onu öldürmeye niyetlenen Firavun’un kalbini Mûsâ’ya yönelmekten uzaklaştırdı. Zira Allah, emrini mutlaka gerçekleştirecektir."
"Mûsâ olgunluk çağına erişip bir erkek olduğunda, Firavun’un ailesinden hiç kimse, Mûsâ hayatta olduğu sürece, İsrail oğullarına ne zulmedebilir ne de onları zorla çalıştırabilirdi. Çünkü Mûsâ’nın varlığı, onların üzerinde bir koruma etkisi oluşturmuştu. Böylece İsrail oğulları, Firavun’un baskısından bir süre korunmuş oldular. Bir gün, Mûsâ şehirde dolaşırken, iki kişinin kavga ettiğini gördü. Bunlardan biri Firavun hanedanından bir Mısırlı, diğeri İsrail oğullarından bir adamdı. İsrail oğullarından olan adam, Mûsâ’dan yardım isteyip Firavun’un adamına karşı yardımına çağırdı. Mûsâ çok öfkelendi, çünkü o Mısırlı, Mûsâ’nın İsrailoğulları üzerindeki konumunu, onlara olan koruyuculuğunu biliyordu ve buna rağmen onlara saldırmıştı. (O dönemde halk), Mûsâ’nın İsrailoğullarından olduğunu bilmezdi. Yalnızca sütannesi olduğu bilinen kadını tanırlardı. Yani bu sırrı sadece Mûsâ’nın annesi biliyordu. Ancak Allah, Mûsâ’ya özel bir bilgi vermiş olabilir. Mûsâ öfkeyle adamı yumrukladı ve o adam ölüverdi. Bu olayı Allah’tan başka kimse görmedi, sadece Mûsâ ve o İsrail oğullarından olan adam şahit oldu. Bunun üzerine Mûsâ 'Bu, şeytanın işidir. Çünkü o apaçık bir düşman ve saptırıcıdır' dedi. Kasas, 28/15 Sonra da 'Rabbim! Ben nefsime zulmettim, beni bağışla' diye dua etti. Allah da onu bağışladı. Çünkü Allah, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.' Kasas, 28/16 Ertesi gün Mûsâ şehirde korku içinde, olup biteni gözetleyerek dolaşıyordu. Bu sırada, Firavun’a 'İsrailoğullarından biri, Firavun’un halkından bir adamı öldürdü. Bizim için onlardan hakkını al, onlara musade etme' denildi. Firavun 'Bana o adamı öldüreni arayın ve kim olduğunu kesin olarak bilen bir şahit getirin. Çünkü bir kral, halkının menfaatiyle birlikte olsa da, delil ve kanıt olmadan kimseye ceza veremez. O hâlde bana bu işin aslını araştırın, gerçeği öğrenirsem sizin hakkınızı size teslim ederim' dedi."
"Firavun’un adamları, Mûsâ’yı aramak için şehirde dolaştılar ama ancak ona dair kesin bir iz bulamadılar. Derken ertesi gün, Mûsâ İsrail oğullarından olan aynı adamı gördü. Yine Firavun’un kavminden bir başka adamla kavga ediyordu. İsrailoğullarından olan kişi, yine Mûsâ’dan yardım istedi. Mûsâ, dün yaşadığı olaydan dolayı çok pişmandı, o günkü manzarayı da çirkin bulmuştu. Buna rağmen o İsrail oğullarından adam, Firavun’un adamına karşı tekrar Mûsâ’dan yardım isteyince, Mûsâ öfkelendi. Çünkü o İsrail oğullarından kişi, hem dünkü olaya sebep olmuş, hem de bugün aynı kavgayı tekrarlamıştı. Bu yüzden Mûsâ ona, sert bir şekilde 'Sen gerçekten apaçık bir azgınsın' dedi. Adam, Mûsâ’nın bu sözünü duyunca ona baktı ve Mûsâ’nın öfkesinin dünkü öfkesine benzediğini görünce, korkuya kapıldı ve kendi kendine, 'Acaba bana mı kızdı, beni mi öldürmek istiyor?' diye düşündü. Oysa Mûsâ, onu değil, kavgadaki Mısırlıyı kastetmişti. Ancak İsrail oğullarından olan adam korktu ve yüksek sesle 'Ey Mûsâ! Dün bir adam öldürdüğün gibi, bugün de beni mi öldürmek istiyorsun?' dedi Kasas, 28/19 Bu sözü, kendisini öldürmekten korktuğu için söylemişti. Aslında Mûsâ ona zarar vermek istememişti. Böylece ikisi birbirinden uzaklaştılar. Fakat kavgada bulunan Mısırlı, İsrailoğullarından adamın bu sözünü duydu ve hemen Firavun’un yanına gidip durumu haber verip 'İsrail oğullarından bir adam, Mûsâ’nın dün birini öldürdüğünü söyledi' dedi. Bunun üzerine Firavun, cellatlarını çağırarak Mûsâ’yı öldürmelerini emretti. Firavun’un adamları, ana yoldan büyük bir kalabalık halinde yürüyerek Mûsâ’yı aramaya koyuldular. Onlar, onu yakalayacaklarından emindiler, bu yüzden hiç telaş etmeden, emin bir şekilde ilerliyorlardı. Ancak o sırada, Mûsâ’nın taraftarlarından bir adam, şehrin en uzak tarafından koşarak geldi, kısa bir yoldan gidip onları geçerek Mûsâ’ya ulaştı ve haberi verdi. Ey İbn Cübeyr, işte bu da o imtihanlardan biri de budur."
"Böylece Mûsâ, Mısır’dan çıktı ve Medyen tarafına yöneldi. Bu, onun hayatında karşılaştığı en büyük sıkıntılardan biriydi. O güne kadar böylesini yaşamamıştı. Ne bir azığı, ne de yol bilgisi vardı. Sadece Rabbi hakkındaki güzel zannı ve güveniyle yola koyuldu. Yolda 'Umarım Rabbim beni doğru yola iletir' dedi. Kasas, 28/22 Nihayet Mûsâ, Medyen suyuna (kuyusuna) vardığında, orada hayvanlarını sulayan bir grup insan gördü. Onlardan biraz uzakta ise iki genç kız, hayvanlarını tutarak geride bekliyorlardı. Yani başkalarının çekilmesini bekliyor, kendi hayvanlarını suya yaklaştırmıyorlardı. Mûsâ onlara yaklaşıp 'Nedir sizin haliniz? Niçin insanlarla birlikte sulamıyorsunuz?' dedi. Onlar 'Bizim gücümüz erkeklerle itişip kakışmaya yetmez. Onlar sulayıp gittikten sonra biz sıra bekleriz. Babamız da çok yaşlı bir adamdır' dediler. Kasas, 28/23 Bunun üzerine Mûsâ, onlar için hayvanlarını suladı. Öyle çok su çekti ki, oradaki çobanlar arasında en önce işini bitiren o oldu. Kızlar, hayvanlarını doyurup evlerine, babalarının yanına döndüler. Mûsâ ise bir ağacın altına çekildi, gölgede oturup 'Rabbim! Bana indirdiğin her hayra muhtacım' diye dua etti. Kasas, 28/24 Kızların babası Şuayb (as) onların bu kadar erken döndüklerini görünce şaşırdı. Çünkü sürüleri tok ve dolgun şekilde gelmişti. 'Bugün sizde bir tuhaflık var; hayırdır, ne oldu?' dedi. Onlar da olup biteni anlattılar. Mûsâ’nın, kendilerine yardım ettiğini, hayvanlarını suladığını, sonra da sessizce ayrıldığını söylediler. Bunun üzerine babaları, kızlarından birine 'Git, o adamı çağır da yaptığının karşılığını kendisine ödeyelim' dedi. Kasas, 28/25 (Kızlardan biri) Mûsâ’nın yanına gidip onu davet etti. Mûsâ onunla konuşunca (kızların babası Hz. Şuayb ) 'Korkma! Sen artık zalim bir topluluktan kurtuldun. Firavun’un da kavminin de burada bize hiçbir yetkisi yok. Biz onun ülkesinde değiliz' dedi. Kızlardan biri babasına 'Babacığım! Onu ücretli işçi olarak yanına al. Çünkü O, senin işçi olarak tutabileceğin en hayırlı kişi, güçlü ve güvenilir olandır' dedi. Babasını bir kıskançlık tuttu ve 'Onun güçlü ve güvenilir olduğunu nereden biliyorsun?' diye sordu. Kızı 'Onun gücünü, bizim için su çekerken gördüm. O kadar güçlüydü ki, bugüne kadar hiç kimsenin o kadar kuvvetle su çektiğini görmedim. Eminliğine gelince, ben ona doğru yürüdüğümde bana baktı, sonra kadın olduğumu anlayınca hemen başını eğdi. Ben mesajını iletinceye kadar da başını kaldırmadı. Ardından bana 'Sen önden yürüme. Ben önden gideyim, sen arkadan yolu tarif et' dedi. Böyle davranan bir kimse, gerçekten güvenilir bir insandır' dedi. Babası bu sözleri duyunca rahatladı, kızının söylediklerine inandı ve Mûsâ hakkında hüsn-i zanda bulundu. Bunun üzerine Musa'ya 'Sana şu iki kızımdan birini, sekiz yıl benim için ücretle çalışman şartıyla nikâhlamak istiyorum. Eğer on yılı tamamlarsan, bu senin tarafından yapılmış bir iyilik olur. Zaten ben sana zorluk çıkarmak istemem. İnşallah beni salihlerden bulacaksın' dedi. Kasas, 28/27 Mûsâ bu teklifi kabul etti. Böylece sekiz yıllık hizmet süresi onun üzerine vacip oldu, iki yıl da kendi rızasıyla ekledi. Yani Allah, Mûsâ’nın o süreyi tamamlamasını diledi ve böylece toplam on yılı doldurdu. Said der ki: Bir gün Hristiyanlardan bir âlimle karşılaştım, bana 'Mûsâ, iki süreden hangisini tamamladı, biliyor musun?' diye sordu. Ben 'Hayır, bilmiyorum' dedim. O zamanlar ben bunu bilmiyordum. Daha sonra İbn Abbas’a rastladım, meseleyi ona sordum, bana 'Bilmiyor musun? Sekiz yıl Mûsâ üzerine vacipti. Allah’ın peygamberi, vacip olan bir şeyi eksik bırakmazdı. Ayrıca bilirsin ki Allah, Mûsâ’ya vadettiği müddeti eksiksiz tamamlatmıştır. O, on yılı tam olarak yerine getirmiştir' dedi. Sonra o Hristiyan âlime tekrar rastladım ve İbn Abbas’ın cevabını anlattım. 'Sana bunu anlatan kişi, senden daha bilgilidir' dedi. Ben de 'Evet, kesinlikle öyledir' dedim."
"Mûsâ ailesiyle birlikte yola çıktığında, ateşi görmesi, asasının ejderhaya dönüşmesi ve elinin parlak bir nur hâline gelmesi gibi, Allah’ın Kur’ân’da sana haber verdiği olaylar vuku buldu. Mûsâ (as), içinde bulunduğu korku ve endişeleri Allah’a arz etti. O, Firavun'un kavminden bir kişiyi öldürdüğü için endişeli, akıcı şekilde konuşamamaktan da tedirgindi. Çünkü Mûsâ’nın dilinde bir tutukluk vardı, bu da onun bazı kelimeleri açıkça söylemesine engel oluyordu. Bu yüzden 'Rabbim, bana kardeşim Hârûn’u yardımcı kıl. O, benim elim ve dayanağım olsun. Benim söyleyemediklerimi o açıklasın' diye Rabbine dua etti. Allah Teâlâ da onun duasını kabul etti, dilindeki düğümü çözdü ve Harun'a vahyederek ona katılmasını emretti. Mûsâ, asasını eline aldı ve yola koyuldu. Nihayet kardeşi Harun'la buluştu. İkisi birlikte Firavun’a gittiler. Sarayın kapısında uzun süre beklediler, onlara hemen izin verilmedi. Sonunda, sıkı bir denetim ve perde arkasından görüşme izni çıktı. Mûsâ ve Harun 'Biz, senin Rabbinin elçileriyiz ' dediler. Firavun 'Peki, Rabbiniz kimdir?' diye sordu. Onlar da, Allah Teâlâ’nın Kur’an’da haber verdiği şekilde Rablerini tanıttılar. Firavun 'Ne istiyorsunuz?' dedi ve daha önce Mûsâ’nın öldürdüğü adamı hatırlattı. Mûsâ da, Kur'an'da geçtiği üzere Kasas, 28/15–16 o konuda özrünü dile getirdi, sonra da 'Allah’a iman etmeni ve İsrail oğullarını benimle birlikte göndermeni istiyorum' dedi. Firavun, bu isteğe karşı çıktı ve 'Eğer doğru söylüyorsan, bana bir delil getir' dedi. Bunun üzerine Mûsâ asasını yere attı. Birden o asa, ağzını açmış koca bir yılana dönüştü ve hızla Firavun’a doğru yöneldi. Firavun, o devasa yılanın doğrudan kendisine geldiğini görünce korktu, tahtından atlayarak kendini yere attı ve yılana engel olması için Mûsâ’dan yardım istedi. Mûsâ duasıyla onu durdurdu. Ardından elini koynuna soktu, çıkardığında, herhangi bir hastalık, yani cüzzam hastalığı olmaksızın eli ışık gibi bembeyaz parlıyordu. Sonra elini tekrar yerine koydu, eli eski hâline döndü. Bunun üzerine Firavun, etrafındaki ileri gelenlerle istişare etti. Onlar 'Bu ikisi sihirbazdır. Sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve içinde bulunduğunuz üstün konumu — yani saltanatı, refahı —ellerinizden almak istiyorlar' dediler. Böylece Hz. Mûsâ’nın teklifini reddettiler ve ona hiçbir şekilde müsaade etmeyip, Firavun’a 'Sen onların işine karşı koymak istiyorsan, ülke sihirbazlarını topla. Onlar senin memleketinde çoktur. Onların sihri, Mûsâ’nın sihrini yener' dediler."
"Firavun, hemen ülkenin her tarafına adamlar gönderdi ve bütün usta sihirbazları topladı. Sihirbazlar huzuruna geldiklerinde 'Bu büyücü ne ile sihir yapıyor?' dediler. Onlara 'Yılanlarla, iplerle ve sopalarla sihir yapıyor' denildi. Bunun üzerine sihirbazlar 'Vallahi, yılanlarla, iplerle ve sopalarla yapılan sihri bizden daha iyi bilen kimse yoktur. Biz bu işte en mahir olanlarız. Eğer onu yenersek, ödülümüz ne olacak?' dediler. Firavun 'Siz benim yakınlarım ve özel dostlarım olursunuz. Sizin için istediğiniz her şeyi yapacağım' dedi. Böylece aralarında sözleştiler. Müsabaka, bayram (ziynet) günü yapılacak ve halk da kuşluk vakti meydanda toplanacaktı. Said der ki: İbn Abbas bana 'Allah Teâlâ’nın Mûsâ’yı, Firavun’a ve sihirbazlara galip kıldığı o ziynet günü, Aşûrâ günüdür' dedi. İnsanlar o gün toplanma alanına geldiler. Bazıları birbirine 'Gelin, bu olayı birlikte izleyelim. Belki de sihirbazlar galip gelirse, biz de onların yoluna uyarız' diyor ve bu sözleri, Mûsâ ve Harun'la alay ederek söylüyorlardı. Sihirbazlar 'Ey Mûsâ! Sen mi önce (asayı) atarsın, yoksa biz atalım' dediler. Mûsâ 'Hayır, siz atın' dedi. Bunun üzerine sihirbazlar iplerini ve sopalarını yere atıp 'Firavun’un izzeti hakkı için, biz elbette galip geleceğiz' dediler.Şuarâ, 26/44 Mûsâ, onların yaptığı sihri görünce, kalbinde bir anlık korku hissetti. Bunun üzerine Allah Teâlâ ona 'Asanı at' diye vahyetti. Mûsâ asasını attı, birden o asa, ağzını açmış, devasa bir ejderhaya dönüştü. Ejderha, iplerin ve sopaların arasına daldı, onların hepsini birer birer yutmaya başladı. Öyle ki, yerde ne bir ip, ne bir sopa kaldı. Hepsini içine aldı. Sihirbazlar bunu görünce birbirlerine 'Bu sihir olamaz. Eğer bu bir sihir olsaydı, bizim yaptıklarımızın hepsini böyle yutamazdı. Bu, Allah’tan gelen bir iştir' dediler, ardından 'Biz Allah’a ve Mûsâ’nın getirdiği mesaja da iman ettik. Önceki halimizden tevbe ediyoruz' diyerek iman ettiler. Böylece Allah, o anda Firavun’un ve taraftarlarının belini kırdı, hak ortaya çıktı, onların kurdukları bütün tuzaklar boşa çıktı. 'İşte orada yenildi ve küçük düşürülerek geri çevrildiler.' A’râf, 7/119 Firavun’un karısı da oradaydı. O da gizlice 'Allah’ım! Mûsâ’ya ve hakka yardım et' diye Allah’a dua ediyordu. Fakat Firavun’un yakınlarından kim onu görse, sanırdı ki bu kadının ağlaması, Firavun’a ve onun kavmine olan merhametindendir. Oysa onun üzüntüsü ve kederi, Mûsâ içindi, Firavun için değil."
"Uzun zaman geçti. Bu süre zarfında Mûsâ, Firavun’un huzuruna defalarca gitti. Her seferinde mucizeler gösterdi, Firavun her defasında 'Tamam, İsrail oğullarını seninle göndereceğim' diye söz verdi. Ama mucize geçip gidince, sözünü bozuyor, ahdini çiğniyor, ve alay ederek 'Rabbin bundan başka bir şey yapabilir mi?' diyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Firavun’un kavmine 'tufan, çekirge, haşerât, kurbağa ve kan felâketlerini apaçık mucizeler olarak' gönderdi. A’râf, 7/133 Her bir bela geldiğinde Firavun, Mûsâ’ya başvuruyor ve ondan, bu belanın kaldırılmasını talep ederek, İsrail oğullarını onunla birlikte göndermeyi kabul ediyordu. Fakat bela kalkar kalkmaz sözünü bozuyor, ahdini çiğniyordu. Sonunda Allah, Mûsâ’ya 'Kavmini alıp, geceleyin yola çık' buyurdu. Mûsâ, İsrail oğullarını geceleyin gizlice alıp yola çıktı. Sabah olunca Firavun, onların gittiğini fark etti. Hemen şehirlerin her yanına adamlar gönderip askerlerini topladı. Firavun, ardına çok büyük bir ordu alarak Mûsâ’nın peşine düştü. Allah Teâlâ, denize 'Kulum Mûsâ sana asasıyla vurduğu zaman, sen on iki yol halinde yarıl, ta ki Mûsâ ve kavmi karşıya geçsinler. Onlar geçince, sen tekrar birleş ve geride kalan Firavun ve askerlerinin üzerine kapan' diye vahyetti. Mûsâ, deniz kenarına geldiğinde, asasını denize vurmayı unuttu. Deniz, Hz. Musa, asasını denize vurmada gaflete düşer de, bu yüzden Allah'ın (yarılma emrine) karşı gelmiş olurum korkusu ile uğulduyordu. Nihayet iki topluluk (Mûsâ’nın kavmi ve Firavun’un ordusu) birbirini gördüğünde, birbirine yaklaştığında, Mûsâ’nın kavmi 'Artık yakalandık, kesinlikle bize yetişecekler, Rabbinden sana emredileni yap. Çünkü O sana asla yalan söylemez, sen de O’na yalan söylemezsin' dediler. Mûsâ da 'Rabbim bana, denize ulaştığımda, ben ve kavmim karşıya geçelim diye denizin on iki yol hâlinde yarılacağını vadetti' dedi. Sonra asayı hatırladı. Firavun’un ordusunun öncüleri, Mûsâ’nın kavminin arka saflarına yaklaşmıştı. O anda Mûsâ asasını denize vurdu. Deniz, Rabbinin emrettiği gibi ve Mûsâ’ya vaad edildiği biçimde yarıldı. Mûsâ ve bütün kavmi denizi geçti. Ardından Firavun ve ordusu da denize girdi. Derken deniz, Allah’ın emriyle üzerlerine kapandı. Mûsâ ve kavmi karşı kıyıya geçtiklerinde, (bazıları) 'Korkuyoruz; belki Firavun gerçekten boğulmamıştır. Onun helâk olduğuna emin değiliz' dediler. Bunun üzerine Mûsâ, Rabbine dua etti. Allah, Firavun’un cesedini sahile atarak onlara gösterdi. Böylece hepsi onun gerçekten helak olduğuna kesin biçimde inandı."
"Daha sonra, 'kendilerine ait putların etrafında toplanmış, onlara tapınan kavmin yanından geçtiler, ve 'Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi, sen de bizim için bir tanrı yap' dediler. Mûsâ 'Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz. Şüphesiz onların düzeni yıkılmaya mahkûmdur; yapmakta oldukları da boşa gidecektir' dedi. A’râf, 7/137-138 'Siz zaten ibret almanız için gerekenleri gördünüz ve yeterince işittiniz' diye ekledi. Ardından Mûsâ onları bir konak yerine yerleştirdi ve 'Ben Rabbime gideceğim; aranızda Hârûn’u benim yerime vekil bıraktım. Ona itaat edin' dedi. Mûsâ, kavmine otuz gün içinde geri döneceğini bildirdi. Rabbine vardığında, otuz gün sonunda O’nunla konuşmak istedi. Bu otuz günü geceleriyle gündüzleriyle oruçlu olarak geçirmişti. Ancak Rabbine oruçlu ağız kokusuyla konuşmayı uygun görmedi. Bu yüzden yerden biraz ot alıp çiğnedi. Olan biteni en iyi bilen Rabbi ona 'Ey Mûsâ, niçin orucunu bozdun?' buyurdu. Mûsâ 'Ey Rabbim! Seninle konuşurken ağzımdan kötü bir koku çıkmasın istedim' dedi. Allah 'Ey Mûsâ! Bilmiyor musun, oruçlunun ağzının kokusu benim katımda misk kokusundan daha güzeldir? Şimdi dön, on gün daha oruç tut, sonra gel' buyurdu. Mûsâ, Rabbinin emrini yerine getirdi. Kavmi, Mûsâ’nın belirlenen sürede dönmediğini görünce üzüldüler. Hârûn onlara hitap ederek 'Siz Mısır’dan çıktığınızda Firavun kavminin sizde emanet olarak bıraktıkları eşyalar, sizin de onlarda bıraktığınız mallar vardı. Benim görüşüm, onların sizde kalanlarını helal saymamanızdır. Size emanet edilmiş olan hiçbir şeyi kendiniz için tutmanız veya geri vermemeniz helal değildir. Biz o emanetlerden hiçbir şeyi ne onlara iade edeceğiz, ne de kendimiz için saklayacağız' dedi. Hârûn (as), bir çukur kazdırdı ve kavminden, yanlarında bulunan her türlü süs eşyasını, takıları veya ziynet mallarını o çukura atmalarını emretti. Ardından onların üzerine ateş yaktırdı. Ateşin kül ettiği bu şeyleri çıkartarak 'Ne biz bunlara sahip olalım, ne de onlar (Mısırlılar)' dedi. Samirî ise, aslen İsrail oğullarına komşu olan ve sığıra tapan bir kavimden olup kendisi İsrail oğullarından değildi. Ama Mûsâ (as) ve kavmi yola çıktığında, o da onlarla birlikte yola çıkmıştı. Kaderinde şöyle bir şey olmuştu. O bir iz görmüş ve izden bir avuç dolusu toprak almıştı. Hârûn (as) onu görünce 'Ey Samirî! Elindeki şeyi neden atmıyorsun?' dedi. O, elindekini gizli tutuyordu ve kimse uzun süre boyunca ne olduğunu görmemişti. Samirî 'Bu, denizi sizin için yarıp geçen elçinin (Cebrâil’in) izinden alınmış bir avuçtur. Onu hiçbir yere atmam. Ancak sen bunu attığımda istediğim şey olsun diye Allah’a dua edersen öyle atarım' dedi. Bunun üzerine Samirî avucundakini (toprağı) attı, Hârûn da onun için dua etti. Samirî 'İstediğim şey, bunun bir buzağıya dönüşmesidir' dedi. O çukurdaki süs eşyaları, altınlar, bakırlar ve demirler bir araya gelip içi boş bir buzağı şekline dönüştü. İçinde ruh yoktu, ama bir ses çıkarıyordu. İbn Abbâs der ki: Hayır, Allah’a yemin ederim ki onun gerçekten bir sesi yoktu. O ses, aslında rüzgârın arkasından girip ağzından çıkmasıyla oluşuyordu. Bu ses bu yüzden çıkıyordu. Bunun üzerine İsrail oğulları çeşitli gruplara ayrıldılar. Bir grup 'Ey Samirî! Bu nedir? Sen bu işin ne olduğunu en iyi bilensin' dedi. O da 'İşte bu, sizin Rabbinizdir! Fakat Mûsâ yolu şaşırdı' dedi. Bir başka grup 'Biz bu konuda acele etmeyiz, Mûsâ dönünceye kadar bekleriz. Eğer bu bizim Rabbimiz ise, zaten onu görüp tanımakta gecikmiş sayılmayız, değilse, Mûsâ’nın sözüne uyarız' dedi. Bir diğer grup da 'Bu şeytanın işidir, bizim Rabbimiz değildir, biz ona iman etmeyiz, onu doğrulamayız' dedi. Ancak bir grup, Samirî’nin sözünü kalplerine sindirdiler; buzağının gerçekten Rableri olduğuna inandılar. Diğerleri ise bunu reddedip açıkça yalanladılar. Hârûn (as) onlara 'Ey kavmim! Siz bununla imtihana çekildiniz. Sizin Rabbiniz, ancak Rahmân’dır' dedi. Onlar 'Peki ama Mûsâ neden sözünde durmadı? Otuz gün vaad etti, kırk gün geçti hâlâ dönmedi! Bizi unuttu mu?' dediler. Aklı kıt olanlar aralarında 'Onun Rabbi de hata etti, Mûsâ şimdi O’nu arıyor, izini sürüyor' dediler. Derken Allah Teâlâ, Mûsâ (as) ile konuştu ve ona, kavminin kendisinden sonra ne yaptığını haber verdi. Mûsâ, öfkeli ve üzüntülü bir halde, kavmine döndü. Onlara, Kur'an'da bildirildiği gibi Tâhâ 20/86–94 'Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaatte bulunmadı mı? Peki, size bu kadar uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizin gazabı üzerinize mi çöktü de bana verdiğiniz sözü bozdunuz?' dedi. Sonra, öfkesinden dolayı levhaları yere bıraktı ve kardeşi Hârûn’un başını tutup kendine doğru çekti. Nihayet Hârûn, özrünü beyan etti, Mûsâ da onun mazur olduğunu kabul etti. Mûsâ (as) Samirî’nin yanına dönüp ona 'Bunu yapmana sevk eden nedir?' dedi. Samirî 'Ben, o elçinin (Cebrâil’in) izinden bir avuç dolusu (toprak) aldım; onun taşıdığı ilahî izden haberdar oldum, ama siz bunu idrak edemediniz, bu size gizli kaldı. Onu (erimiş madenlere) attım. Bunu böyle nefsim bana hoş gösterdi' dedi. Mûsâ 'Defol, git! Artık hayatın boyunca 'Bana dokunmayın!' diyerek insanlardan uzak duracak, yalnız yaşamaya mahkûm olacaksın. Ayrıca senin için bir ceza daha var ki, ondan asla kaçıp kurtulamayacaksın. Şimdi tapınıp durduğun şu tanrına bak. Yemin olsun ki, biz onu ateşte yakacağız, sonra da küllerini denize savuracağız. Tâhâ, 20/96-97 Eğer o gerçekten bir tanrı olsaydı, ona böyle galip gelip onu yok edemezdik. Bunun üzerine İsrailoğulları, yaşadıklarının bir imtihan olduğunu kesin olarak anladılar Hârûn’un görüşünü paylaşanlar (buzağıya karşı duranlar) ise derin bir sevinç duydular ve toplulukları adına 'Ey Mûsâ! Rabbine bizim için bir tövbe kapısı açmasını iste ki, onu yerine getirelim de yaptıklarımızın kefareti olsun' talebinde bulundular."
"Mûsâ, (kavmi adına tevbe etmek üzere) kavminden, hayırda kusur etmemiş, İsrail oğullarının en seçkinlerinden ve buzağıya tapmamış olanlarından yetmiş kişi seçti. Onlarla birlikte tövbe dilemek için yola çıktı. Derken yer sarsıldı. Hz. Musa, kavmi ve heyetinin başına gelen bu hâlden dolayı utandı ve 'Rabbim! Dileseydin, onları da beni de daha önce helâk ederdin. Aramızdaki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk eder misin?' dedi. A'râf, 7/155 Onların arasında Allah’ın kalplerine buzağı sevgisi ve ona iman sızdığını bildikleri de vardı. Bu yüzden yer onlara böyle sarsıldı. Yüce Allah 'Rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Rahmetimi, sakınan, zekâtı veren, ve ayetlerimize iman edenlere yazacağım. Onlar, (vasıflarını) Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o ümmî peygambere (Resûl’e) uyanlardır' A‘râf 7/156 buyurdu. Mûsâ 'Rabbim! Ben kavmim için tövbe istedim, Sen ise rahmetini, benim kavmimden başka bir kavme yazdığını bildirdin. Keşke o merhametli zâtın ümmeti içinde oluncaya kadar beni geciktirseydin' dedi. Allah, Musa'ya 'Onların (kavminin) tövbesi şudur: Her adam, ister babası, isterse oğlu olsun fark etmez, karşılaştığı kişiyi kılıçla öldürsün. Bu işte kimi öldürdüğüne aldırmasın' buyurdu. Böylece Mûsâ ile Hârûn’a gizli kalan günahların sahipleri, ileri çıkıp günahlarını itiraf ettiler ve emredileni yaptılar. Allah hem öldürene hem öldürülene mağfiret etti."
"Sonra Hz. Mûsâ onları mukaddes topraklara doğru götürdü. Öfkesi dindikten sonra levhaları aldı ve kendilerine tebliğ edilmesi emredilen görev ve hükümleri bildirdi. Bu onlara ağır geldi, kabul etmek istemediler. Bunun üzerine Allah, üzerlerine gölge gibi dağı kaldırdı. Dağ onlara yaklaşınca üzerlerine düşecek diye korktular ve kitabı sağ elleriyle aldılar, sıra olmuş durumda, kitap ise ellerinde olduğu halde dağa bakıyorlar, (dağın) üzerlerine düşmesinden korkuyorlardı. Sonra yürüdüler, mukaddes toprağa vardılar. Orada heybetli, iri cüsseli bir kavmin bulunduğu bir şehir buldular. Meyvelerinin büyüklüğü hakkında da hayret verici şeyler zikredildi. Kavmi 'Ey Mûsâ! Orada zorba bir kavim var, onlara gücümüz yetmez. Onlar orada bulundukça asla giremeyiz. Çıkarlarsa gireriz 'dediler. O zorbalardan korkup çekinen kavim arasından iki adam —Yezîd'e 'Böyle mi okudu?' denildi, o da 'Evet' dedi— Mûsâ’ya iman etmişlerdi, dışarı çıkıp Mûsâ’ya gelerek 'Biz kavmimizi iyi biliriz. Eğer korkunuz sadece gördüğünüz bedenleri ve sayıları ise, bilin ki onların yürekleri yoktur, savunma güçleri yoktur. Kapıdan girerek onlar üzerine yürüyün, eğer içeri girerseniz mutlaka galip gelirsiniz' dediler. Bazıları da 'Onlar Mûsâ’nın kavmindendi' demiştir. Fakat İsrail oğulları 'Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukça biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz burada oturup bekliyoruz' dediler. Mâide 5/24 Böylece Mûsâ’yı öfkelendirdiler. Mûsâ onlara beddua etti ve onları “fasıklar” olarak diye niteledi. Daha önce, işledikleri isyan ve kötülüklere rağmen onlara beddua etmemişti. Fakat o gün etti. Allah Teâlâ da onun duasını kabul etti, onları Mûsâ’nın isimlendirdiği gibi “fasıklar” diye isimlendirdi ve o beldeyi onlara kırk yıl haram kıldı. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaştılar. Her sabah yola çıkarlar, ancak konacak bir yerleri olmazdı."
"Sonra Allah, o çölde üzerlerine bulutu gölge yaptı; onlara kudret helvasını (menn) ve bıldırcını (selvâ) indirdi; elbiselerini eskimez ve kirlenmez kıldı. Aralarında küp şeklinde bir kaya var edildi. Allah Mûsâ’ya emretti, o da asasıyla vurdu; kayadan, her yönden üç göz olacak şekilde on iki pınar fışkırdı. Her kabileye içecek pınarı bildirildi. Bir menzilden başka bir menzile göçtüklerinde, o kaya yine dün bulunduğu yerde onları karşılıyordu."
"İbn Abbâs bu hadisi Peygamber’e (sav) isnad edip merfu olarak rivayet etmiştir. Bana göre de bu doğrudur. Nitekim Muâviye, İbn Abbâs’ın bu hadisi anlattığını işitti ve Mûsâ’nın öldürdüğü adamın haberini Firavun’a duyuranın o Mısırlı olduğunu bilgisini yadırgadı ve 'Onu nasıl ortaya çıkartabilir ki? Bu olayı orada bulunan İsrail oğullarından olan kişi dışında kimse bilmemektedir' dedi. Bunun üzerine İbn Abbâs öfkelendi, Muâviye’nin elinden tutup Sa'd b. Mâlik ez-Zuhrî’ye götürdü ve 'Ey Ebu İshak! Hatırlar mısın; Mûsâ’nın öldürdüğü adam hakkında, Rasulullah’tan, bize bilgi anlatılmıştı. Hz. Musa'yı ifşa eden kişi İsrail oğullarından olan mıydı, yoksa Mısırlı mıydı?' diye sordu. O da 'Onu Mısırlı ifşa etmişti. İsrail oğullarından duyduğunu gidip şahitlik ederek ortaya koydu' dedi."
رَفَعَ ابْنُ عَبَّاسٍ هَذَا الْحَدِيثَ إِلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، وَصَدَّقَ ذَلِكَ عِنْدِي أَنَّ مُعَاوِيَةَ سَمِعَ ابْنَ عَبَّاسٍ حَدَّثَ هَذَا الْحَدِيثَ فَأَنْكَرَ عَلَيْهِ أَنْ يَكُونَ الْفِرْعَوْنِيُّ الَّذِي أَفْشَى عَلَى مُوسَى أَمْرَ الْقَتِيلِ الَّذِي قَتَلَ، فَقَالَ: كَيْفَ يُفْشِي عَلَيْهِ وَلَمْ يَكُنْ عَلِمَ بِهِ وَلَا ظَهَرَ عَلَيْهِ إِلَّا الْإِسْرَائِيلِيُّ الَّذِي حَضَرَ ذَلِكَ؟ فَغَضِبَ ابْنُ عَبَّاسٍ، فَأَخَذَ بِيَدِ مُعَاوِيَةَ فَانْطَلَقَ بِهِ إِلَى سَعْدِ بْنِ مَالِكٍ الزُّهْرِيِّ فَقَالَ لَهُ: يَا أَبَا إِسْحَاقَ، هَلْ تَذْكُرُ يَوْمًا حُدِّثْنَا عَنْ رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنْ قَتِيلِ مُوسَى الَّذِي قَتَلَ مِنْ آلِ فِرْعَوْنَ؟ آلْإِسْرَائِيلِيُّ أَفْشَى عَلَيْهِ أَمِ الْفِرْعَوْنِيُّ؟ قَالَ: أَنَّمَا أَفْشَى عَلَيْهِ الْفِرْعَوْنِيُّ، مَا سَمِعَ مِنَ الْإِسْرَائِيلِيِّ شَهِدَ عَلَى ذَلِكَ وَحَضَرَهُ
Tercemesi:
Bize Abdullah b. Muhammed, ona Yezîd b. Harun, ona Asbağ b. Zeyd, ona Kasım b. Ebu Eyyûb, ona da Saîd b. Cübeyr şöyle demiştir:
"Abdullah b. Abbas’a, Allah Teâlâ’nın, Mûsâ'ya (as) hitaben 'Seni türlü türlü imtihanlardan geçirdik' Tâhâ, 20/40 buyruğunu sordum ve 'Bu imtihanlar (fitûn) nedir?' dedim, bana 'Ey İbn Cübeyr, bu konu uzun bir hadistir, gündüz yeniden gel, sana anlatayım' dedi. Sabah olunca, İbn Abbas’a gittim ve bana “fitûn hadisini” anlatmasını istedim. Bunun üzerine şöyle dedi:"
"Firavun ve çevresindekiler, Allah Teâlâ’nın İbrahim'e (as), soyundan peygamberler ve hükümdarlar çıkaracağını vadetmesi hakkında konuşmaya başladılar. Aralarından bazıları 'İsrail oğulları bu vaadi bekliyor ve bunda hiç şüphe etmiyorlar' dediler. Onlar (Firavun ve ahalisi), bu kişinin Yusuf b. Yakub olduğunu sanıyorlardı. Ancak Yusuf ölünce 'İbrahim’e (as) verilen vaat bu değildir' dediler. Bunun üzerine Firavun onlara 'Sizin görüşünüz nedir?' diye sordu. Onlar da istişare edip 'Silahlı adamlar gönderelim, İsrail oğulları arasında dolaşsınlar, doğan her erkek çocuğu bulduklarında öldürsünler' kararında ittifak ettiler ve böyle de yaptılar. Ancak bir süre sonra baktılar ki İsrail oğullarının yaşlıları ölüyor, küçükleri ise doğar doğmaz öldürülüyor. O zaman birbirlerine 'Bu gidişle İsrail oğullarını tamamen yok edeceksiniz. Onlar bizim işlerimizi ve hizmetlerimizi yapıyorlar. Eğer yok olurlarsa, hizmet edecek kimse kalmaz' dediler. Bunun üzerine aralarında yeni bir karara vardılar ve 'Bir yıl doğan erkek çocukları öldürelim, bir yıl ise öldürmeyelim. Böylece hem nesilleri tükenmez, hem de bize karşı çoğalmalarından korkmayız' dediler. Bu sırada, Mûsâ’nın annesi Harun'a hamile kaldı. — Bu, çocukların öldürülmediği yıldı. Bu sebeple Harun'u açıkça, korkmadan doğurdu."
"Derken bir sonraki yıl, annesi Mûsâ’ya hamile kaldı. İçine bir kaygı ve hüzün düştü. İşte ey İbn Cübeyr, o imtihanlardan biri budur. Mûsâ, annesinin rahmindeyken bile, kendisi hakkında planlananlardan haberdar olmaksızın imtihanlara konu olmuştu. Allah Teâlâ, ona (Mûsâ’nın annesine) 'Korkma ve üzülme! Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız' buyurdu. Kasas, 28/7 Allah, ona, doğum yaptığında çocuğunu bir sandık (tabut) içine koymasını ve nehre bırakmasını emretti. Kadın da doğum yapınca, bu emri yerine getirdi. Ancak çocuğu gözden kaybolunca şeytan ona gelip vesvese verdi. Kadın kendi kendine 'Ben ne yaptım. Oğlum yanımda kesilseydi, en azından onu kefenler, gömerdim. Ama şimdi onu denizin hayvanlarına, balıklara atmış oldum' dedi. Su, sandığı sürükleyip götürdü ve Firavun’un karısının hizmetçi kızlarının su almaya geldikleri yere kadar ulaştırdı. Onlar sandığı görünce aldılar. Açmak istediler. Fakat içlerinden biri 'Bu sandıkta belki de kıymetli bir şey vardır. Eğer sandığı açarsak, içinden ne çıkarsa çıksın, kralın hanımı bize inanmaz' dediler ve sandığı olduğu gibi, açmadan Firavun’un hanımına teslim ettiler. Kadın sandığı açınca, içinde bir erkek bebek gördü. Ona baktığı anda, kalbine öyle bir sevgi ilham edildi ki, o zamana kadar hiç kimseye karşı böyle bir sevgi duymamıştı. 'Mûsâ’nın annesinin kalbi bomboş kalmıştı' Kasas, 28/10 yani o anda kalbinde Musa'nın düşünmek dışında hiçbir düşünce kalmamıştı."
"Firavun’un (görevlendirdiği) cellatlar, (Bir bebeğin bulunduğu) haberini duyunca ellerinde bıçaklarla, çocuğu öldürmek için Firavun’un hanımına geldiler. İşte ey İbn Cübeyr, o imtihanlardan bir diğeri de budur. (Firavunun) karısı onlara 'Onu bırakın, Bu tek çocuk, İsrail oğullarını çoğaltmaz. Ben gidip Firavun’dan onu bana bağışlamasını isteyeyim. Eğer bana bağışlarsa, iyilik etmiş olursunuz, eğer öldürülmesini emrederse, o zaman sizi kınamam' dedi. Sonra Firavunun huzuruna gitti ve '(İzin ver) bu çocuk benim ve senin için bir göz aydınlığı olsun' dedi. Kasas, 28/10 Firavun 'Senin göz aydınlığın olur, ama benim olmaz, ben ona ihtiyaç duymam' dedi. Bunun üzerine Rasulullah (sav) 'Canımı kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, eğer Firavun da karısı gibi 'Bu çocuk benim de göz aydınlığım olsun' deseydi, Allah onu da karısı gibi hidayete erdirirdi. Ancak Allah onu bundan mahrum etti."
"Sonra Firavun’un karısı, çevresindeki kadınlara, sütanne bulmaları için haber gönderdi. Mûsâ’ya bir sütanne seçmek istiyordu. Fakat hangi kadın onu emzirmeye kalktıysa, çocuk onun memesini kabul etmedi. Bu durum Firavun’un karısını endişelendirdi, Süt emmezse ölecek diye üzüldü. Bunun üzerine çocuğu dışarı çıkartıp çarşıya, insanların arasına götürmelerini emretti, belki bir sütanne bulurlar diye. Fakat hiçbir kadını kabul edip (emmedi). O sırada Mûsâ’nın annesi şaşkın ve perişandı, kızına 'Git, onun izini araştır, onun hakkında bir haber duyabiliyor musun? Oğlum hâlâ yaşıyor mu, yoksa denizin hayvanları tarafından yenildi mi?' dedi. Kadın, Allah’ın ona daha önce verdiği vaadi unutmuştu. Mûsâ’nın kız kardeşi (nehre bırakılan kardeşini) uzaktan gözetledi Kasas, 28/11“عن جنبٍ” kelimesi uzaktan, bir şeyi kenardan, belli etmeden, izlemesi anlamına gelmektedir. Firavun’un hanımının hizmetçileri bir sütanne bulamayınca kız kardeşi sevinçle 'Size onu emzirecek, ona karşı merhametli olacak bir aileyi göstereyim mi?' dedi. Kasas, 28/12 Bunun üzerine onu (Mûsâ’nın kız kardeşini) yakalayıp 'Sen bu insanların ona karşı samimi olacaklarını nereden biliyorsun? Onları tanıyor musun?' diye sordular ve hatta söylediklerinden şüphe ettiler. İşte ey İbn Cübeyr, bu da imtihanlardan biridir. Kız kardeşi 'Onların ona samimiyetleri ve şefkatleri, kralın yakın çevresinden olma istekleri ve onun hizmetinden doğacak menfaat umudundandır' dedi. Bunun üzerine onu serbest bıraktılar. O da hemen annesinin yanına koştu ve olanları haber verdi. Mûsâ’nın annesi geldi. Çocuğu kucağına alınca, Mûsâ hemen memesini tuttu ve emmeye başladı; öyle ki yanları doygunlukla doldu. Derhal müjdeciler, Firavun’un karısına koştular ve 'Oğluna süt verecek bir kadın bulduk' dediler. Firavun’un karısı onları çağırdı. Mûsâ’nın annesi çocuğu da alarak huzuruna girdi. Kadın, Mûsâ’nın annesinin elinde çocuğun sakinleştiğini görünce 'Yanımda kal ve bu oğlumu emzir. Çünkü ben hiçbir şeyi onu sevdiğim kadar sevmedim' dedi. Mûsâ’nın annesi 'Ben evimi ve kendi çocuklarımı bırakamam, çünkü onlar da bana muhtaçtırlar. Eğer razı olursan, onu bana ver, evime götüreyim, orada bakayım. Elden gelen her iyiliği yaparım, ama evimi ve çocuklarımı bırakamam. O anda Mûsâ’nın annesi, Allah’ın ona verdiği (Biz onu sana geri döndüreceğiz) vaadini hatırladı. Firavun’un eşi ile aralarında bir konuşma geçti ve sonunda anlaştılar. Mûsâ’nın annesi, Allah’ın sözünü mutlaka yerine getireceğine kesin olarak inandı ve o gün çocuğuyla birlikte evine döndü."
"Allah, Mûsâ’yı güzel bir biçimde büyüttü, onu korudu ve kaderinde olanı takdir etti. Mûsâ sayesinde, İsrailoğulları, Firavun’un zulmü altında zorla çalışmaktan, bir süreliğine de olsa, bir nebze korunmuş oldular. Mûsâ büyüyüp serpilince, Firavun’un karısı Mûsâ’nın annesine 'Oğlumu süsle bana (getir), görmek istiyorum' dedi. Mûsâ’nın annesi bir gün belirledi; o gün Mûsâ’yı getirecekti. Firavun’un karısı da hazinedarına ve hizmetçilerine 'Bugün her biriniz oğlumu bir hediye veya ikramla karşılasın. Herkesin ona nasıl bir ikramda bulunduğunu görmek istiyorum. Herkesten gelen hediyeleri saymak üzere güvenilir birini göndereceğim' dedi. Böylece Mûsâ, annesinin evinden çıkıp saraya gelinceye kadar, yol boyunca hediyeler, ikramlar ve şereflerle karşılandı. Firavun’un karısının yanına girince, kadın onu süsledi, ikramlarda bulundu, sevinçle sarıldı ve annesine de (iyi terbiyesinden dolayı) hediyeler verdi. Ardından 'Şimdi onu Firavun’a götüreceğim, o da onu sevindirsin ve onurlandırsın' dedi. Kadın, Mûsâ’yı alıp Firavun’un yanına girdi. Firavun çocuğu kucağına aldı. Fakat Mûsâ, Firavun’un sakalını yakaladı ve çekti, öyle ki neredeyse (başını) yere eğdi. Allah’ın düşmanlarından olan azgınlar, Firavun’a '(Durumu) görmüyor musun? Allah’ın İbrahim peygamberine verdiği vaadi hatırla. O (vadinde), bu çocuğun seni yıkacağını, seni alt edeceğini ve sana üstün geleceğini iddia etmişti' dediler. Bunun üzerine Firavun, katillerini (cellatlarını) çağırıp Mûsâ’yı öldürmelerini emretti. Ey İbn Cübeyr, işte imtihanlardan biri de budur. Allah Teâlâ, her beladan sonra Mûsâ’yı bir başka sınavla imtihan ediyordu. O sırada Firavun’un karısı aceleyle Firavun’a geldi ve 'Bana bağışladığın bu çocuk hakkında düşüncen nedir? Niye böyle davranıyorsun?' dedi. Firavun 'Görmüyor musun? (Allah İbrahim'e vaadinde) bu çocuğun, bana galip geleceğini, beni alt edeceğini söylüyor' dedi. Kadın 'O hâlde aramızda, gerçeği ortaya koyacak bir deneme yap. Ona iki parça kor (köz) ve iki inci getir ve bunları önüne koy. Eğer incilere uzanır, közlerden uzak durursa, onun akıllı bir çocuk olduğunu anlarsın. Ama közlere uzanır, incileri bırakırsa, o hâlde onun henüz bilinçli olmadığını ve masum olduğunu anlarsın. Zira akıllı bir kimse, inci yerine közleri almaz' dedi. Bu teklif kabul edildi. Mûsâ’nın önüne iki köz ve iki inci getirildi. Mûsâ elini uzattı ve közleri aldı. Onlar, ellerini yakmasından korkarak hemen közleri onun elinden aldılar. Kadın 'Çocuğun henüz akıllı olmadığını görüyor musun?' dedi. Böylece Allah Teâlâ, az daha onu öldürmeye niyetlenen Firavun’un kalbini Mûsâ’ya yönelmekten uzaklaştırdı. Zira Allah, emrini mutlaka gerçekleştirecektir."
"Mûsâ olgunluk çağına erişip bir erkek olduğunda, Firavun’un ailesinden hiç kimse, Mûsâ hayatta olduğu sürece, İsrail oğullarına ne zulmedebilir ne de onları zorla çalıştırabilirdi. Çünkü Mûsâ’nın varlığı, onların üzerinde bir koruma etkisi oluşturmuştu. Böylece İsrail oğulları, Firavun’un baskısından bir süre korunmuş oldular. Bir gün, Mûsâ şehirde dolaşırken, iki kişinin kavga ettiğini gördü. Bunlardan biri Firavun hanedanından bir Mısırlı, diğeri İsrail oğullarından bir adamdı. İsrail oğullarından olan adam, Mûsâ’dan yardım isteyip Firavun’un adamına karşı yardımına çağırdı. Mûsâ çok öfkelendi, çünkü o Mısırlı, Mûsâ’nın İsrailoğulları üzerindeki konumunu, onlara olan koruyuculuğunu biliyordu ve buna rağmen onlara saldırmıştı. (O dönemde halk), Mûsâ’nın İsrailoğullarından olduğunu bilmezdi. Yalnızca sütannesi olduğu bilinen kadını tanırlardı. Yani bu sırrı sadece Mûsâ’nın annesi biliyordu. Ancak Allah, Mûsâ’ya özel bir bilgi vermiş olabilir. Mûsâ öfkeyle adamı yumrukladı ve o adam ölüverdi. Bu olayı Allah’tan başka kimse görmedi, sadece Mûsâ ve o İsrail oğullarından olan adam şahit oldu. Bunun üzerine Mûsâ 'Bu, şeytanın işidir. Çünkü o apaçık bir düşman ve saptırıcıdır' dedi. Kasas, 28/15 Sonra da 'Rabbim! Ben nefsime zulmettim, beni bağışla' diye dua etti. Allah da onu bağışladı. Çünkü Allah, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.' Kasas, 28/16 Ertesi gün Mûsâ şehirde korku içinde, olup biteni gözetleyerek dolaşıyordu. Bu sırada, Firavun’a 'İsrailoğullarından biri, Firavun’un halkından bir adamı öldürdü. Bizim için onlardan hakkını al, onlara musade etme' denildi. Firavun 'Bana o adamı öldüreni arayın ve kim olduğunu kesin olarak bilen bir şahit getirin. Çünkü bir kral, halkının menfaatiyle birlikte olsa da, delil ve kanıt olmadan kimseye ceza veremez. O hâlde bana bu işin aslını araştırın, gerçeği öğrenirsem sizin hakkınızı size teslim ederim' dedi."
"Firavun’un adamları, Mûsâ’yı aramak için şehirde dolaştılar ama ancak ona dair kesin bir iz bulamadılar. Derken ertesi gün, Mûsâ İsrail oğullarından olan aynı adamı gördü. Yine Firavun’un kavminden bir başka adamla kavga ediyordu. İsrailoğullarından olan kişi, yine Mûsâ’dan yardım istedi. Mûsâ, dün yaşadığı olaydan dolayı çok pişmandı, o günkü manzarayı da çirkin bulmuştu. Buna rağmen o İsrail oğullarından adam, Firavun’un adamına karşı tekrar Mûsâ’dan yardım isteyince, Mûsâ öfkelendi. Çünkü o İsrail oğullarından kişi, hem dünkü olaya sebep olmuş, hem de bugün aynı kavgayı tekrarlamıştı. Bu yüzden Mûsâ ona, sert bir şekilde 'Sen gerçekten apaçık bir azgınsın' dedi. Adam, Mûsâ’nın bu sözünü duyunca ona baktı ve Mûsâ’nın öfkesinin dünkü öfkesine benzediğini görünce, korkuya kapıldı ve kendi kendine, 'Acaba bana mı kızdı, beni mi öldürmek istiyor?' diye düşündü. Oysa Mûsâ, onu değil, kavgadaki Mısırlıyı kastetmişti. Ancak İsrail oğullarından olan adam korktu ve yüksek sesle 'Ey Mûsâ! Dün bir adam öldürdüğün gibi, bugün de beni mi öldürmek istiyorsun?' dedi Kasas, 28/19 Bu sözü, kendisini öldürmekten korktuğu için söylemişti. Aslında Mûsâ ona zarar vermek istememişti. Böylece ikisi birbirinden uzaklaştılar. Fakat kavgada bulunan Mısırlı, İsrailoğullarından adamın bu sözünü duydu ve hemen Firavun’un yanına gidip durumu haber verip 'İsrail oğullarından bir adam, Mûsâ’nın dün birini öldürdüğünü söyledi' dedi. Bunun üzerine Firavun, cellatlarını çağırarak Mûsâ’yı öldürmelerini emretti. Firavun’un adamları, ana yoldan büyük bir kalabalık halinde yürüyerek Mûsâ’yı aramaya koyuldular. Onlar, onu yakalayacaklarından emindiler, bu yüzden hiç telaş etmeden, emin bir şekilde ilerliyorlardı. Ancak o sırada, Mûsâ’nın taraftarlarından bir adam, şehrin en uzak tarafından koşarak geldi, kısa bir yoldan gidip onları geçerek Mûsâ’ya ulaştı ve haberi verdi. Ey İbn Cübeyr, işte bu da o imtihanlardan biri de budur."
"Böylece Mûsâ, Mısır’dan çıktı ve Medyen tarafına yöneldi. Bu, onun hayatında karşılaştığı en büyük sıkıntılardan biriydi. O güne kadar böylesini yaşamamıştı. Ne bir azığı, ne de yol bilgisi vardı. Sadece Rabbi hakkındaki güzel zannı ve güveniyle yola koyuldu. Yolda 'Umarım Rabbim beni doğru yola iletir' dedi. Kasas, 28/22 Nihayet Mûsâ, Medyen suyuna (kuyusuna) vardığında, orada hayvanlarını sulayan bir grup insan gördü. Onlardan biraz uzakta ise iki genç kız, hayvanlarını tutarak geride bekliyorlardı. Yani başkalarının çekilmesini bekliyor, kendi hayvanlarını suya yaklaştırmıyorlardı. Mûsâ onlara yaklaşıp 'Nedir sizin haliniz? Niçin insanlarla birlikte sulamıyorsunuz?' dedi. Onlar 'Bizim gücümüz erkeklerle itişip kakışmaya yetmez. Onlar sulayıp gittikten sonra biz sıra bekleriz. Babamız da çok yaşlı bir adamdır' dediler. Kasas, 28/23 Bunun üzerine Mûsâ, onlar için hayvanlarını suladı. Öyle çok su çekti ki, oradaki çobanlar arasında en önce işini bitiren o oldu. Kızlar, hayvanlarını doyurup evlerine, babalarının yanına döndüler. Mûsâ ise bir ağacın altına çekildi, gölgede oturup 'Rabbim! Bana indirdiğin her hayra muhtacım' diye dua etti. Kasas, 28/24 Kızların babası Şuayb (as) onların bu kadar erken döndüklerini görünce şaşırdı. Çünkü sürüleri tok ve dolgun şekilde gelmişti. 'Bugün sizde bir tuhaflık var; hayırdır, ne oldu?' dedi. Onlar da olup biteni anlattılar. Mûsâ’nın, kendilerine yardım ettiğini, hayvanlarını suladığını, sonra da sessizce ayrıldığını söylediler. Bunun üzerine babaları, kızlarından birine 'Git, o adamı çağır da yaptığının karşılığını kendisine ödeyelim' dedi. Kasas, 28/25 (Kızlardan biri) Mûsâ’nın yanına gidip onu davet etti. Mûsâ onunla konuşunca (kızların babası Hz. Şuayb ) 'Korkma! Sen artık zalim bir topluluktan kurtuldun. Firavun’un da kavminin de burada bize hiçbir yetkisi yok. Biz onun ülkesinde değiliz' dedi. Kızlardan biri babasına 'Babacığım! Onu ücretli işçi olarak yanına al. Çünkü O, senin işçi olarak tutabileceğin en hayırlı kişi, güçlü ve güvenilir olandır' dedi. Babasını bir kıskançlık tuttu ve 'Onun güçlü ve güvenilir olduğunu nereden biliyorsun?' diye sordu. Kızı 'Onun gücünü, bizim için su çekerken gördüm. O kadar güçlüydü ki, bugüne kadar hiç kimsenin o kadar kuvvetle su çektiğini görmedim. Eminliğine gelince, ben ona doğru yürüdüğümde bana baktı, sonra kadın olduğumu anlayınca hemen başını eğdi. Ben mesajını iletinceye kadar da başını kaldırmadı. Ardından bana 'Sen önden yürüme. Ben önden gideyim, sen arkadan yolu tarif et' dedi. Böyle davranan bir kimse, gerçekten güvenilir bir insandır' dedi. Babası bu sözleri duyunca rahatladı, kızının söylediklerine inandı ve Mûsâ hakkında hüsn-i zanda bulundu. Bunun üzerine Musa'ya 'Sana şu iki kızımdan birini, sekiz yıl benim için ücretle çalışman şartıyla nikâhlamak istiyorum. Eğer on yılı tamamlarsan, bu senin tarafından yapılmış bir iyilik olur. Zaten ben sana zorluk çıkarmak istemem. İnşallah beni salihlerden bulacaksın' dedi. Kasas, 28/27 Mûsâ bu teklifi kabul etti. Böylece sekiz yıllık hizmet süresi onun üzerine vacip oldu, iki yıl da kendi rızasıyla ekledi. Yani Allah, Mûsâ’nın o süreyi tamamlamasını diledi ve böylece toplam on yılı doldurdu. Said der ki: Bir gün Hristiyanlardan bir âlimle karşılaştım, bana 'Mûsâ, iki süreden hangisini tamamladı, biliyor musun?' diye sordu. Ben 'Hayır, bilmiyorum' dedim. O zamanlar ben bunu bilmiyordum. Daha sonra İbn Abbas’a rastladım, meseleyi ona sordum, bana 'Bilmiyor musun? Sekiz yıl Mûsâ üzerine vacipti. Allah’ın peygamberi, vacip olan bir şeyi eksik bırakmazdı. Ayrıca bilirsin ki Allah, Mûsâ’ya vadettiği müddeti eksiksiz tamamlatmıştır. O, on yılı tam olarak yerine getirmiştir' dedi. Sonra o Hristiyan âlime tekrar rastladım ve İbn Abbas’ın cevabını anlattım. 'Sana bunu anlatan kişi, senden daha bilgilidir' dedi. Ben de 'Evet, kesinlikle öyledir' dedim."
"Mûsâ ailesiyle birlikte yola çıktığında, ateşi görmesi, asasının ejderhaya dönüşmesi ve elinin parlak bir nur hâline gelmesi gibi, Allah’ın Kur’ân’da sana haber verdiği olaylar vuku buldu. Mûsâ (as), içinde bulunduğu korku ve endişeleri Allah’a arz etti. O, Firavun'un kavminden bir kişiyi öldürdüğü için endişeli, akıcı şekilde konuşamamaktan da tedirgindi. Çünkü Mûsâ’nın dilinde bir tutukluk vardı, bu da onun bazı kelimeleri açıkça söylemesine engel oluyordu. Bu yüzden 'Rabbim, bana kardeşim Hârûn’u yardımcı kıl. O, benim elim ve dayanağım olsun. Benim söyleyemediklerimi o açıklasın' diye Rabbine dua etti. Allah Teâlâ da onun duasını kabul etti, dilindeki düğümü çözdü ve Harun'a vahyederek ona katılmasını emretti. Mûsâ, asasını eline aldı ve yola koyuldu. Nihayet kardeşi Harun'la buluştu. İkisi birlikte Firavun’a gittiler. Sarayın kapısında uzun süre beklediler, onlara hemen izin verilmedi. Sonunda, sıkı bir denetim ve perde arkasından görüşme izni çıktı. Mûsâ ve Harun 'Biz, senin Rabbinin elçileriyiz ' dediler. Firavun 'Peki, Rabbiniz kimdir?' diye sordu. Onlar da, Allah Teâlâ’nın Kur’an’da haber verdiği şekilde Rablerini tanıttılar. Firavun 'Ne istiyorsunuz?' dedi ve daha önce Mûsâ’nın öldürdüğü adamı hatırlattı. Mûsâ da, Kur'an'da geçtiği üzere Kasas, 28/15–16 o konuda özrünü dile getirdi, sonra da 'Allah’a iman etmeni ve İsrail oğullarını benimle birlikte göndermeni istiyorum' dedi. Firavun, bu isteğe karşı çıktı ve 'Eğer doğru söylüyorsan, bana bir delil getir' dedi. Bunun üzerine Mûsâ asasını yere attı. Birden o asa, ağzını açmış koca bir yılana dönüştü ve hızla Firavun’a doğru yöneldi. Firavun, o devasa yılanın doğrudan kendisine geldiğini görünce korktu, tahtından atlayarak kendini yere attı ve yılana engel olması için Mûsâ’dan yardım istedi. Mûsâ duasıyla onu durdurdu. Ardından elini koynuna soktu, çıkardığında, herhangi bir hastalık, yani cüzzam hastalığı olmaksızın eli ışık gibi bembeyaz parlıyordu. Sonra elini tekrar yerine koydu, eli eski hâline döndü. Bunun üzerine Firavun, etrafındaki ileri gelenlerle istişare etti. Onlar 'Bu ikisi sihirbazdır. Sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve içinde bulunduğunuz üstün konumu — yani saltanatı, refahı —ellerinizden almak istiyorlar' dediler. Böylece Hz. Mûsâ’nın teklifini reddettiler ve ona hiçbir şekilde müsaade etmeyip, Firavun’a 'Sen onların işine karşı koymak istiyorsan, ülke sihirbazlarını topla. Onlar senin memleketinde çoktur. Onların sihri, Mûsâ’nın sihrini yener' dediler."
"Firavun, hemen ülkenin her tarafına adamlar gönderdi ve bütün usta sihirbazları topladı. Sihirbazlar huzuruna geldiklerinde 'Bu büyücü ne ile sihir yapıyor?' dediler. Onlara 'Yılanlarla, iplerle ve sopalarla sihir yapıyor' denildi. Bunun üzerine sihirbazlar 'Vallahi, yılanlarla, iplerle ve sopalarla yapılan sihri bizden daha iyi bilen kimse yoktur. Biz bu işte en mahir olanlarız. Eğer onu yenersek, ödülümüz ne olacak?' dediler. Firavun 'Siz benim yakınlarım ve özel dostlarım olursunuz. Sizin için istediğiniz her şeyi yapacağım' dedi. Böylece aralarında sözleştiler. Müsabaka, bayram (ziynet) günü yapılacak ve halk da kuşluk vakti meydanda toplanacaktı. Said der ki: İbn Abbas bana 'Allah Teâlâ’nın Mûsâ’yı, Firavun’a ve sihirbazlara galip kıldığı o ziynet günü, Aşûrâ günüdür' dedi. İnsanlar o gün toplanma alanına geldiler. Bazıları birbirine 'Gelin, bu olayı birlikte izleyelim. Belki de sihirbazlar galip gelirse, biz de onların yoluna uyarız' diyor ve bu sözleri, Mûsâ ve Harun'la alay ederek söylüyorlardı. Sihirbazlar 'Ey Mûsâ! Sen mi önce (asayı) atarsın, yoksa biz atalım' dediler. Mûsâ 'Hayır, siz atın' dedi. Bunun üzerine sihirbazlar iplerini ve sopalarını yere atıp 'Firavun’un izzeti hakkı için, biz elbette galip geleceğiz' dediler.Şuarâ, 26/44 Mûsâ, onların yaptığı sihri görünce, kalbinde bir anlık korku hissetti. Bunun üzerine Allah Teâlâ ona 'Asanı at' diye vahyetti. Mûsâ asasını attı, birden o asa, ağzını açmış, devasa bir ejderhaya dönüştü. Ejderha, iplerin ve sopaların arasına daldı, onların hepsini birer birer yutmaya başladı. Öyle ki, yerde ne bir ip, ne bir sopa kaldı. Hepsini içine aldı. Sihirbazlar bunu görünce birbirlerine 'Bu sihir olamaz. Eğer bu bir sihir olsaydı, bizim yaptıklarımızın hepsini böyle yutamazdı. Bu, Allah’tan gelen bir iştir' dediler, ardından 'Biz Allah’a ve Mûsâ’nın getirdiği mesaja da iman ettik. Önceki halimizden tevbe ediyoruz' diyerek iman ettiler. Böylece Allah, o anda Firavun’un ve taraftarlarının belini kırdı, hak ortaya çıktı, onların kurdukları bütün tuzaklar boşa çıktı. 'İşte orada yenildi ve küçük düşürülerek geri çevrildiler.' A’râf, 7/119 Firavun’un karısı da oradaydı. O da gizlice 'Allah’ım! Mûsâ’ya ve hakka yardım et' diye Allah’a dua ediyordu. Fakat Firavun’un yakınlarından kim onu görse, sanırdı ki bu kadının ağlaması, Firavun’a ve onun kavmine olan merhametindendir. Oysa onun üzüntüsü ve kederi, Mûsâ içindi, Firavun için değil."
"Uzun zaman geçti. Bu süre zarfında Mûsâ, Firavun’un huzuruna defalarca gitti. Her seferinde mucizeler gösterdi, Firavun her defasında 'Tamam, İsrail oğullarını seninle göndereceğim' diye söz verdi. Ama mucize geçip gidince, sözünü bozuyor, ahdini çiğniyor, ve alay ederek 'Rabbin bundan başka bir şey yapabilir mi?' diyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Firavun’un kavmine 'tufan, çekirge, haşerât, kurbağa ve kan felâketlerini apaçık mucizeler olarak' gönderdi. A’râf, 7/133 Her bir bela geldiğinde Firavun, Mûsâ’ya başvuruyor ve ondan, bu belanın kaldırılmasını talep ederek, İsrail oğullarını onunla birlikte göndermeyi kabul ediyordu. Fakat bela kalkar kalkmaz sözünü bozuyor, ahdini çiğniyordu. Sonunda Allah, Mûsâ’ya 'Kavmini alıp, geceleyin yola çık' buyurdu. Mûsâ, İsrail oğullarını geceleyin gizlice alıp yola çıktı. Sabah olunca Firavun, onların gittiğini fark etti. Hemen şehirlerin her yanına adamlar gönderip askerlerini topladı. Firavun, ardına çok büyük bir ordu alarak Mûsâ’nın peşine düştü. Allah Teâlâ, denize 'Kulum Mûsâ sana asasıyla vurduğu zaman, sen on iki yol halinde yarıl, ta ki Mûsâ ve kavmi karşıya geçsinler. Onlar geçince, sen tekrar birleş ve geride kalan Firavun ve askerlerinin üzerine kapan' diye vahyetti. Mûsâ, deniz kenarına geldiğinde, asasını denize vurmayı unuttu. Deniz, Hz. Musa, asasını denize vurmada gaflete düşer de, bu yüzden Allah'ın (yarılma emrine) karşı gelmiş olurum korkusu ile uğulduyordu. Nihayet iki topluluk (Mûsâ’nın kavmi ve Firavun’un ordusu) birbirini gördüğünde, birbirine yaklaştığında, Mûsâ’nın kavmi 'Artık yakalandık, kesinlikle bize yetişecekler, Rabbinden sana emredileni yap. Çünkü O sana asla yalan söylemez, sen de O’na yalan söylemezsin' dediler. Mûsâ da 'Rabbim bana, denize ulaştığımda, ben ve kavmim karşıya geçelim diye denizin on iki yol hâlinde yarılacağını vadetti' dedi. Sonra asayı hatırladı. Firavun’un ordusunun öncüleri, Mûsâ’nın kavminin arka saflarına yaklaşmıştı. O anda Mûsâ asasını denize vurdu. Deniz, Rabbinin emrettiği gibi ve Mûsâ’ya vaad edildiği biçimde yarıldı. Mûsâ ve bütün kavmi denizi geçti. Ardından Firavun ve ordusu da denize girdi. Derken deniz, Allah’ın emriyle üzerlerine kapandı. Mûsâ ve kavmi karşı kıyıya geçtiklerinde, (bazıları) 'Korkuyoruz; belki Firavun gerçekten boğulmamıştır. Onun helâk olduğuna emin değiliz' dediler. Bunun üzerine Mûsâ, Rabbine dua etti. Allah, Firavun’un cesedini sahile atarak onlara gösterdi. Böylece hepsi onun gerçekten helak olduğuna kesin biçimde inandı."
"Daha sonra, 'kendilerine ait putların etrafında toplanmış, onlara tapınan kavmin yanından geçtiler, ve 'Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi, sen de bizim için bir tanrı yap' dediler. Mûsâ 'Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz. Şüphesiz onların düzeni yıkılmaya mahkûmdur; yapmakta oldukları da boşa gidecektir' dedi. A’râf, 7/137-138 'Siz zaten ibret almanız için gerekenleri gördünüz ve yeterince işittiniz' diye ekledi. Ardından Mûsâ onları bir konak yerine yerleştirdi ve 'Ben Rabbime gideceğim; aranızda Hârûn’u benim yerime vekil bıraktım. Ona itaat edin' dedi. Mûsâ, kavmine otuz gün içinde geri döneceğini bildirdi. Rabbine vardığında, otuz gün sonunda O’nunla konuşmak istedi. Bu otuz günü geceleriyle gündüzleriyle oruçlu olarak geçirmişti. Ancak Rabbine oruçlu ağız kokusuyla konuşmayı uygun görmedi. Bu yüzden yerden biraz ot alıp çiğnedi. Olan biteni en iyi bilen Rabbi ona 'Ey Mûsâ, niçin orucunu bozdun?' buyurdu. Mûsâ 'Ey Rabbim! Seninle konuşurken ağzımdan kötü bir koku çıkmasın istedim' dedi. Allah 'Ey Mûsâ! Bilmiyor musun, oruçlunun ağzının kokusu benim katımda misk kokusundan daha güzeldir? Şimdi dön, on gün daha oruç tut, sonra gel' buyurdu. Mûsâ, Rabbinin emrini yerine getirdi. Kavmi, Mûsâ’nın belirlenen sürede dönmediğini görünce üzüldüler. Hârûn onlara hitap ederek 'Siz Mısır’dan çıktığınızda Firavun kavminin sizde emanet olarak bıraktıkları eşyalar, sizin de onlarda bıraktığınız mallar vardı. Benim görüşüm, onların sizde kalanlarını helal saymamanızdır. Size emanet edilmiş olan hiçbir şeyi kendiniz için tutmanız veya geri vermemeniz helal değildir. Biz o emanetlerden hiçbir şeyi ne onlara iade edeceğiz, ne de kendimiz için saklayacağız' dedi. Hârûn (as), bir çukur kazdırdı ve kavminden, yanlarında bulunan her türlü süs eşyasını, takıları veya ziynet mallarını o çukura atmalarını emretti. Ardından onların üzerine ateş yaktırdı. Ateşin kül ettiği bu şeyleri çıkartarak 'Ne biz bunlara sahip olalım, ne de onlar (Mısırlılar)' dedi. Samirî ise, aslen İsrail oğullarına komşu olan ve sığıra tapan bir kavimden olup kendisi İsrail oğullarından değildi. Ama Mûsâ (as) ve kavmi yola çıktığında, o da onlarla birlikte yola çıkmıştı. Kaderinde şöyle bir şey olmuştu. O bir iz görmüş ve izden bir avuç dolusu toprak almıştı. Hârûn (as) onu görünce 'Ey Samirî! Elindeki şeyi neden atmıyorsun?' dedi. O, elindekini gizli tutuyordu ve kimse uzun süre boyunca ne olduğunu görmemişti. Samirî 'Bu, denizi sizin için yarıp geçen elçinin (Cebrâil’in) izinden alınmış bir avuçtur. Onu hiçbir yere atmam. Ancak sen bunu attığımda istediğim şey olsun diye Allah’a dua edersen öyle atarım' dedi. Bunun üzerine Samirî avucundakini (toprağı) attı, Hârûn da onun için dua etti. Samirî 'İstediğim şey, bunun bir buzağıya dönüşmesidir' dedi. O çukurdaki süs eşyaları, altınlar, bakırlar ve demirler bir araya gelip içi boş bir buzağı şekline dönüştü. İçinde ruh yoktu, ama bir ses çıkarıyordu. İbn Abbâs der ki: Hayır, Allah’a yemin ederim ki onun gerçekten bir sesi yoktu. O ses, aslında rüzgârın arkasından girip ağzından çıkmasıyla oluşuyordu. Bu ses bu yüzden çıkıyordu. Bunun üzerine İsrail oğulları çeşitli gruplara ayrıldılar. Bir grup 'Ey Samirî! Bu nedir? Sen bu işin ne olduğunu en iyi bilensin' dedi. O da 'İşte bu, sizin Rabbinizdir! Fakat Mûsâ yolu şaşırdı' dedi. Bir başka grup 'Biz bu konuda acele etmeyiz, Mûsâ dönünceye kadar bekleriz. Eğer bu bizim Rabbimiz ise, zaten onu görüp tanımakta gecikmiş sayılmayız, değilse, Mûsâ’nın sözüne uyarız' dedi. Bir diğer grup da 'Bu şeytanın işidir, bizim Rabbimiz değildir, biz ona iman etmeyiz, onu doğrulamayız' dedi. Ancak bir grup, Samirî’nin sözünü kalplerine sindirdiler; buzağının gerçekten Rableri olduğuna inandılar. Diğerleri ise bunu reddedip açıkça yalanladılar. Hârûn (as) onlara 'Ey kavmim! Siz bununla imtihana çekildiniz. Sizin Rabbiniz, ancak Rahmân’dır' dedi. Onlar 'Peki ama Mûsâ neden sözünde durmadı? Otuz gün vaad etti, kırk gün geçti hâlâ dönmedi! Bizi unuttu mu?' dediler. Aklı kıt olanlar aralarında 'Onun Rabbi de hata etti, Mûsâ şimdi O’nu arıyor, izini sürüyor' dediler. Derken Allah Teâlâ, Mûsâ (as) ile konuştu ve ona, kavminin kendisinden sonra ne yaptığını haber verdi. Mûsâ, öfkeli ve üzüntülü bir halde, kavmine döndü. Onlara, Kur'an'da bildirildiği gibi Tâhâ 20/86–94 'Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaatte bulunmadı mı? Peki, size bu kadar uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizin gazabı üzerinize mi çöktü de bana verdiğiniz sözü bozdunuz?' dedi. Sonra, öfkesinden dolayı levhaları yere bıraktı ve kardeşi Hârûn’un başını tutup kendine doğru çekti. Nihayet Hârûn, özrünü beyan etti, Mûsâ da onun mazur olduğunu kabul etti. Mûsâ (as) Samirî’nin yanına dönüp ona 'Bunu yapmana sevk eden nedir?' dedi. Samirî 'Ben, o elçinin (Cebrâil’in) izinden bir avuç dolusu (toprak) aldım; onun taşıdığı ilahî izden haberdar oldum, ama siz bunu idrak edemediniz, bu size gizli kaldı. Onu (erimiş madenlere) attım. Bunu böyle nefsim bana hoş gösterdi' dedi. Mûsâ 'Defol, git! Artık hayatın boyunca 'Bana dokunmayın!' diyerek insanlardan uzak duracak, yalnız yaşamaya mahkûm olacaksın. Ayrıca senin için bir ceza daha var ki, ondan asla kaçıp kurtulamayacaksın. Şimdi tapınıp durduğun şu tanrına bak. Yemin olsun ki, biz onu ateşte yakacağız, sonra da küllerini denize savuracağız. Tâhâ, 20/96-97 Eğer o gerçekten bir tanrı olsaydı, ona böyle galip gelip onu yok edemezdik. Bunun üzerine İsrailoğulları, yaşadıklarının bir imtihan olduğunu kesin olarak anladılar Hârûn’un görüşünü paylaşanlar (buzağıya karşı duranlar) ise derin bir sevinç duydular ve toplulukları adına 'Ey Mûsâ! Rabbine bizim için bir tövbe kapısı açmasını iste ki, onu yerine getirelim de yaptıklarımızın kefareti olsun' talebinde bulundular."
"Mûsâ, (kavmi adına tevbe etmek üzere) kavminden, hayırda kusur etmemiş, İsrail oğullarının en seçkinlerinden ve buzağıya tapmamış olanlarından yetmiş kişi seçti. Onlarla birlikte tövbe dilemek için yola çıktı. Derken yer sarsıldı. Hz. Musa, kavmi ve heyetinin başına gelen bu hâlden dolayı utandı ve 'Rabbim! Dileseydin, onları da beni de daha önce helâk ederdin. Aramızdaki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk eder misin?' dedi. A'râf, 7/155 Onların arasında Allah’ın kalplerine buzağı sevgisi ve ona iman sızdığını bildikleri de vardı. Bu yüzden yer onlara böyle sarsıldı. Yüce Allah 'Rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Rahmetimi, sakınan, zekâtı veren, ve ayetlerimize iman edenlere yazacağım. Onlar, (vasıflarını) Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o ümmî peygambere (Resûl’e) uyanlardır' A‘râf 7/156 buyurdu. Mûsâ 'Rabbim! Ben kavmim için tövbe istedim, Sen ise rahmetini, benim kavmimden başka bir kavme yazdığını bildirdin. Keşke o merhametli zâtın ümmeti içinde oluncaya kadar beni geciktirseydin' dedi. Allah, Musa'ya 'Onların (kavminin) tövbesi şudur: Her adam, ister babası, isterse oğlu olsun fark etmez, karşılaştığı kişiyi kılıçla öldürsün. Bu işte kimi öldürdüğüne aldırmasın' buyurdu. Böylece Mûsâ ile Hârûn’a gizli kalan günahların sahipleri, ileri çıkıp günahlarını itiraf ettiler ve emredileni yaptılar. Allah hem öldürene hem öldürülene mağfiret etti."
"Sonra Hz. Mûsâ onları mukaddes topraklara doğru götürdü. Öfkesi dindikten sonra levhaları aldı ve kendilerine tebliğ edilmesi emredilen görev ve hükümleri bildirdi. Bu onlara ağır geldi, kabul etmek istemediler. Bunun üzerine Allah, üzerlerine gölge gibi dağı kaldırdı. Dağ onlara yaklaşınca üzerlerine düşecek diye korktular ve kitabı sağ elleriyle aldılar, sıra olmuş durumda, kitap ise ellerinde olduğu halde dağa bakıyorlar, (dağın) üzerlerine düşmesinden korkuyorlardı. Sonra yürüdüler, mukaddes toprağa vardılar. Orada heybetli, iri cüsseli bir kavmin bulunduğu bir şehir buldular. Meyvelerinin büyüklüğü hakkında da hayret verici şeyler zikredildi. Kavmi 'Ey Mûsâ! Orada zorba bir kavim var, onlara gücümüz yetmez. Onlar orada bulundukça asla giremeyiz. Çıkarlarsa gireriz 'dediler. O zorbalardan korkup çekinen kavim arasından iki adam —Yezîd'e 'Böyle mi okudu?' denildi, o da 'Evet' dedi— Mûsâ’ya iman etmişlerdi, dışarı çıkıp Mûsâ’ya gelerek 'Biz kavmimizi iyi biliriz. Eğer korkunuz sadece gördüğünüz bedenleri ve sayıları ise, bilin ki onların yürekleri yoktur, savunma güçleri yoktur. Kapıdan girerek onlar üzerine yürüyün, eğer içeri girerseniz mutlaka galip gelirsiniz' dediler. Bazıları da 'Onlar Mûsâ’nın kavmindendi' demiştir. Fakat İsrail oğulları 'Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukça biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz burada oturup bekliyoruz' dediler. Mâide 5/24 Böylece Mûsâ’yı öfkelendirdiler. Mûsâ onlara beddua etti ve onları “fasıklar” olarak diye niteledi. Daha önce, işledikleri isyan ve kötülüklere rağmen onlara beddua etmemişti. Fakat o gün etti. Allah Teâlâ da onun duasını kabul etti, onları Mûsâ’nın isimlendirdiği gibi “fasıklar” diye isimlendirdi ve o beldeyi onlara kırk yıl haram kıldı. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaştılar. Her sabah yola çıkarlar, ancak konacak bir yerleri olmazdı."
"Sonra Allah, o çölde üzerlerine bulutu gölge yaptı; onlara kudret helvasını (menn) ve bıldırcını (selvâ) indirdi; elbiselerini eskimez ve kirlenmez kıldı. Aralarında küp şeklinde bir kaya var edildi. Allah Mûsâ’ya emretti, o da asasıyla vurdu; kayadan, her yönden üç göz olacak şekilde on iki pınar fışkırdı. Her kabileye içecek pınarı bildirildi. Bir menzilden başka bir menzile göçtüklerinde, o kaya yine dün bulunduğu yerde onları karşılıyordu."
"İbn Abbâs bu hadisi Peygamber’e (sav) isnad edip merfu olarak rivayet etmiştir. Bana göre de bu doğrudur. Nitekim Muâviye, İbn Abbâs’ın bu hadisi anlattığını işitti ve Mûsâ’nın öldürdüğü adamın haberini Firavun’a duyuranın o Mısırlı olduğunu bilgisini yadırgadı ve 'Onu nasıl ortaya çıkartabilir ki? Bu olayı orada bulunan İsrail oğullarından olan kişi dışında kimse bilmemektedir' dedi. Bunun üzerine İbn Abbâs öfkelendi, Muâviye’nin elinden tutup Sa'd b. Mâlik ez-Zuhrî’ye götürdü ve 'Ey Ebu İshak! Hatırlar mısın; Mûsâ’nın öldürdüğü adam hakkında, Rasulullah’tan, bize bilgi anlatılmıştı. Hz. Musa'yı ifşa eden kişi İsrail oğullarından olan mıydı, yoksa Mısırlı mıydı?' diye sordu. O da 'Onu Mısırlı ifşa etmişti. İsrail oğullarından duyduğunu gidip şahitlik ederek ortaya koydu' dedi."
Açıklama:
Yazar, Kitap, Bölüm:
Nesâî, Sünen-i Kübra, Tefsîr 11263, 10/172
Senetler:
()
Konular: