47 Kayıt Bulundu.
Bana Umeyye oğullarının azatlısı Ebu’t-Tahir Ahmed b. Amr b. Abdullah b. Amr b. Serh, ona İbn Vehb, ona Yunus, ona İbn Şihâb’ın şöyle dediğini rivayet etti: Sonra Rasulullah (sav) Bizanslıların ve Şam’da bulunan Arap Hristiyanlarının üzerine gitmek kastı ile Tebûk gazvesini yaptı. İbn Şihâb dedi ki: Abdurrahman b. Abdullah b. Ka‘b b. Mâlik’in rivayet ettiğine göre Abdullah b. Ka‘b, Ka‘b (b. Mâlik)’ın gözleri kör olduğu zaman oğulları arasından elinden tutup, onu yeden kişi olmuştu. (Abdullah b. Ka‘b) dedi ki: Ben, Ka‘b b. Mâlik’in Tebûk gazvesinde Rasulullah’dan (sav) geri kaldığı zaman hakkında başından geçenleri anlatırken şöyle dediğini dinledim: Ben Tebûk gazvesi dışında Rasulullah’ın (sav) yaptığı gazaların hiçbirisinden geri kalmadım. Ancak Bedir gazvesine de katılmamıştım. Allah Rasulü de o gazvede geri kalarak kendisiyle birlikte çıkmayan hiçbir kimseye sitem etmemişti. Çünkü Rasulullah (sav) da, Müslümanlar da Kureyşlilerin kervanını ele geçirmek istiyordu. Sonunda Allah onları ve düşmanları, önceden herhangi bir vakit ve yer üzerinde sözleşmeksizin bir araya getirmiş oldu. Bununla birlikte ben Rasulullah (sav) ile İslam üzere antlaşıp sözleştiğimiz Akabe gecesinde beraber bulunmuştum. Onun yerine Bedir’de hazır bulunmuş olmayı ise tercih etmem. Bedir, insanlar tarafından o geceye göre daha çok hatırlanıp bilinen bir hadise olsa dahi. Benim Rasulullah’dan (sav) Tebûk gazvesinde geri kaldığım zaman ile ilgili haberimin bir kısmı da şöyledir: O gazvede kendisinden geride kaldığım zaman kadar, asla güçlü ve bolluk içinde bulunmuş değildim. Vallahi, o gazveden önce, iki yük devesine birden sahip olmamıştım. Ama o gazvede iki bineğim olmuştu. Rasulullah (sav) aşırı sıcak bir zamanda bu gazaya çıktı, önünde uzun ve aşmaları gereken, su bulunmayan uçsuz bucaksız bir yol vardı. Çok sayıda düşmana karşı çıkacaktı. Bundan dolayı Müslümanlara gazveleri için gerektiği gibi hazırlansınlar diye (karşı karşıya) kalacakları durumlarını açık seçik bildirmişti. Bu sebeple kendilerine gaza etmek istediği, gidecekleri yönlerini haber vermişti. Rasulullah (sav) ile birlikte olan Müslümanların sayısı o kadar çoktu ki bir kitapta – bu sözleriyle divanı (askerlerin kayıtlı oldukları kütükleri) kast ediyor- onları bir arada toplamak mümkün değildi. Ka‘b (devamla) dedi ki: Gazaya katılmaması halinde -bu hususta aziz ve celil Allah’tan bir vahiy inmedikçe- bu durumunun Allah’ın Rasulüne gizli kalacağını sanmayan kişi de azdı. Rasulullah (sav) mahsullerin olgunlaştığı, gölgelerin pek hoş olduğu bir zamanda o gazaya çıktı, benim ise bunlara meylim çoktu. Rasulullah (sav) ve onunla birlikte müslümanlar hazırlandı. Onlarla birlikte hazırlanmak üzere sabah çıkıyordum. Fakat hiçbir şey yapamadan geri dönüyordum. Kendi kendime: “Ben istersem bunu yapabileceğim” diyordum. Bu şekilde durumum devam edip gitti. Sonunda insanlar işlerini sürdürdüler ve Rasulullah (sav), müslümanlarla birlikte sabah yola koyuldu. Ben ise hiçbir hazırlık yapamamıştım. Sonra ben de sabah çıktım fakat hiçbir şey yapmadan geri döndüm. Bu halim böylece sürüp gitti. Nihayet onlar hızlandılar, gaza yolunda ilerlemeye devam ettiler. Ben de bineğime binip onlara yetişmek istedim. Keşke yapmış olsaydım; ama benim için bunu yapmak mukadder olmadı. Rasulullah’ın (sav) çıkıp gitmesinden sonra insanlar arasına çıktığım zaman benim durumumda, ya nifak ile damgalanmış yahut da Allah’ın mazur görmüş olduğu zayıf kimselerden bir kişi dışında benim gibi (geri kalmış kimse) görmeyişim beni üzüyordu. Rasulullah (sav) Tebûk’e ulaşıncaya kadar beni anmadı. Gazaya çıkmışlar arasında Tebûk’te oturuyorken “Ka‘b b. Mâlik ne yaptı?” buyurdu. Selime oğullarından bir adam: Ey Allah’ın Rasulü, onu çizgili iki elbisesi ve elbisesinin iki yakasına bakması (kendini beğenmesi) alıkoydu, dedi. Ona Muaz b. Cebel: Ne kötü söyledin! Vallahi ey Allah’ın Rasulü, biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmedik, dedi. Rasulullah (sav) sesini çıkarmadı. O bu halde iken, serapta yol alan, beyazlar giyinmiş bir adam gördü. Rasulullah (sav): “Ebu Hayseme olasın” buyurdu. Gerçekten de gelen Ensar’dan Ebu Hayseme idi. Münafıkların, kendisini ayıpladığı bir avuç hurma sadaka olarak veren kişi de oydu. Rasulullah’ın (sav) artık Tebûk’ten geri dönmek üzere yola koyulduğu haberi bana ulaşınca üzüntü ve kederim daha da arttı. Söyleyeceğim yalan ne olabilir? diye düşünmeye ve: Yarın onun öfkesinden nasıl kurtulabilirim? demeye başladım. Bunun için ailemden görüş sahibi herkesin de yardımını almaya başladım. Bana: Artık Rasulullah (sav) geldi denilince, batıl üzerimden ayrılıp gitti ve böylelikle, herhangi bir şey (bir yalan) ile ondan kurtulamayacağımı anladığım için ona doğru söylemeye karar verdim. Sabah olunca Rasulullah (sav) gelmiş oldu, O, bir seferden geldi mi ilk olarak mescide gider, mescitte iki rekât namaz kılar, sonra insanlar ile (görüşmek için) otururdu. O bunu yapınca, (gazveden) geri kalanlar onun yanına geldi, ona mazeretlerini söylemeye ve yeminler etmeye başladılar. Bunlar seksen küsür adam idiler. Rasulullah (sav) açığa vurdukları şekliyle hallerini kabul etti, onlarla beyatleşti (sözlerini aldı), onlar için mağfiret diledi, içlerini (kalplerini de) Allah’a havale etti. Nihayet ben de (huzuruna) geldim, selam verdim, öfkeli bir kimsenin gülümseyişi ile gülümsedikten sonra: “Gel” buyurdu. Ben de yanına yürüyerek gittim, önünde oturdum, bana: “Senden ne haber? Sen bineğini satın almamış mıydın? dedi. Ben de dedim ki: 'Ey Allah’ın Rasulü, Allah’a yemin ederim ki, eğer dünya ehlinden senden başka birisinin yanında oturmuş olsaydım, söyleyeceğim bir mazeret ile onun gazabından kendimi kurtarabilirdim, bana bir tartışma gücü verilmiş bulunuyor çünkü. Fakat Allah’a yemin ederim ki, bugün, ben sana benden razı olmanı sağlayacak yalan bir söz söyleyecek olursam, aradan fazla zaman geçmeden Allah senin bana öfkelenmeni sağlayacaktır ve eğer sana bana karşı olumsuz duygular besleyeceğin doğru bir söz söylersem, gerçekten bundan dolayı Allah’ın güzel akıbetini (işimi hayırla sonuçlandırmasını) umarım. Allah’a yemin olsun ki, hiçbir mazeretim yoktu ve senden geri kaldığım zaman kadar, hiçbir vakit güçlü, bolluk ve rahat içinde de olmamıştım'. Rasulullah (sav): “İşte bu doğru söyledi. Allah senin hakkında hüküm verinceye kadar kalk (git)” buyurdu. Ben de kalktım, Selime oğullarından bir takım kimseler derhal ayaklanarak benim arkamdan geldiler. Bana: Vallahi, biz senin bundan önce herhangi bir günah işlediğini bilmiyoruz, peki, geri kalan diğer kimselerin ileri sürdükleri mazeretler gibi Rasulullah’a (sav) mazeret belirtmekten (nasıl oldu da) âciz kaldın? dediler. Vallahi, üzerime o kadar ısrarla geldiler ki, sonunda Rasulullah’ın (sav) huzuruna dönüp kendimi yalanlamak istedim, sonra o arkadaşlarıma: Benimle birlikte böyle bir durumla kimse karşılaştı mı, dedim. Onlar: Evet, seninle birlikte iki kişi daha karşılaştı. Onlar da senin söylediklerinin aynısını söylediler, kendilerine sana söylenenlerin benzeri sözler söylendi, dediler. Ben: Bu ikisi kimdir? dedim. Arkadaşlarım: Murâre b. Rabia el-Âmirî ve Hilâl b. Umeyye el-Vâkifî dediler. Bana Bedir’e katılmış, bu hususta bana uyulacak örnek olabilecek salih iki adamın ismini vermiş oldular. Bana bu ikisinin adını söyledikleri zaman ben de kararımı devam ettirdim. Rasulullah (sav) bizlerle, yani kendisinden geri kalanlar arasından bu üç kişi ile konuşmayı yasakladı. Bunun üzerine insanlar bizden uzak durdular, bize karşı tutumları değişti. Öyle ki içimde, dünya benim için tanınmaz oldu, artık yeryüzü bildiğim yer değildi. Bu vaziyette eli gün kaldık. Diğer iki arkadaşım öylece kala kaldı, evlerinde oturup ağlamaya koyuldular. Ben ise onların en gençleri, en güçlüleri idim. Bundan dolayı dışarı çıkar, cemaatle namaz kılar, pazarlarda dolaşırdım ama benimle kimse konuşmuyordu. Namazdan sonra meclisinde oturmakta iken Rasulullah’ın yanına gider, ona selam verir, sonra da kendi kendime acaba selamımı almak için dudaklarını kıpırdattı mı, kıpırdatmadı mı derdim. Daha sonra ona yakın bir yerde namaza durur, gizlice ona bakardım. (Ona) bakmayı bitirip, kendimi namazıma verince, bana bakar, ben ona doğru yönelecek olursam yüzünü benden başka tarafa çevirirdi. Müslümanların benden bu uzaklaşmaları artık bana pek uzun gelmeye başlayınca çıkıp gittim ve sonunda amcam oğlu ve en sevdiğim insan olan Ebu Katâde’nin bahçe duvarına tırmandım. Ona selam verdim, vallahi selamımı almadı. Ona: Ey Ebu Katâde, Allah adına sana and veriyorum, benim Allah’ı ve Rasulünü sevdiğimi biliyor musun? dedim. Ebu Katâde sustu, tekrar ona and verdim, yine sustu, bir daha ona and verdim, bu sefer: Allah ve Rasulü en iyi bilir, dedi. Gözlerime yaş doldu, arkamı dönüp gittim, yine bahçe duvarını tırmandım. Medine pazarında dolaştığım bir sırada Medine’ye satmak üzere buğday getirmiş Şam ahalisi Nabatîlerinden Nabatî birisi: Bana Ka‘b b. Malik’i kim gösterebilir, diyordu. İnsanlar beni işaret etmeye başladılar. Nihayet o kişi yanıma geldi, bana Gassan hükümdarından bir mektup uzattı. Ben yazabilen birisi idim, hemen onu okudum, o mektupta şunların yazdığını gördüm: Senin o arkadaşının seni terk ettiği haberi bize ulaşmış bulunuyor. Hâlbuki Allah seni değeri bilinmeyecek ve sahipsiz kalacağın bir yerde bırakmamıştır. Sen bizim yanımıza gel, biz seni gereği gibi görüp gözetiriz. Ben bu yazılanları okuyunca: İşte bu da belanın (imtihanımın) bir parçasıdır dedim, derhal o mektubu alıp tandıra doğru gittim ve onu tandırda yaktım. Elli günün kırk günü geçtiği halde hakkımızda vahiy de gecikip gelmemişti. Bir baktım ki Rasulullah’ın (sav) elçisi yanıma geldi ve: Rasulullah (sav) sana hanımından uzak durmanı emrediyor, dedi. Ben: Onu boşayacak mıyım yoksa ne yapacağım? dedim. O: Hayır ondan uzak dur, ona yaklaşma, dedi. Diğer iki arkadaşıma da aynı emri göndermişti. Ben eşime: Ailenin yanına git, Allah bu husus hakkında hüküm verinceye kadar yanlarında kal, dedim. Hilal b. Umeyye’nin hanımı Rasulullah’ın (sav) yanına geldi ve ona: Ey Allah’ın Rasulü, Hilal b. Umeyye oldukça yaşlı birisidir, kendi kendine bakamaz, ona hizmet edecek birisi de yoktur, benim ona hizmet edişimden rahatsız olur musun? dedi. Allah Rasulü: “Hayır ama sakın sana yaklaşmasın” buyurdu. Hanımı: Vallahi, onda hiçbir şey yapabilecek bir hareket dahi yok, vallahi onun başına gelen o hal geldiğinden bugüne kadar ağlayıp durmaktadır. Ailemden birisi bana: Eşin hakkında sen de Rasulullah’tan (sav) izin istesen, çünkü o Hilal b. Umeyye’nin hanımına, eşine hizmet etmesi için izin verdi, dediler. Ben: Hayır bu hususta Rasulullah’tan (sav) izin istemeyeceğim, hem ben bu hususta kendisinden izin isteyecek olursam, genç bir adam olduğum halde bana ne söyleyeceğini nerden bileceğim, dedim. Bu halde on gün daha kaldım, böylelikle bizimle konuşmamızın yasaklanmasının üzerinden tam elli gün geçmiş oldu. Sonra ellinci günün sabahında sabah namazını hanelerimizden birisinin damında kıldım. Ben, aziz ve celil Allah’ın hakkımızda söz ettiği şekilde, ruhum sıkılmış, yeryüzü de bütün genişliğiyle bana dar gelmiş halde oturmakta iken Sel’ tepesine çıkmış, yüksek sesle bağıran birisinin avazının çıkabildiği kadar: “Ey Ka‘b b. Mâlik, müjde sana!” dediğini işittim. Derhal secdeye kapandım ve artık kurtuluşun geldiğini anladım. Rasulullah (sav) insanlara sabah namazını kıldırdıktan sonra Allah’ın tevbemizi kabul etmiş olduğunu bildirmişti. Bunun üzerine insanlar bize müjde vermek için çıktılar. Diğer iki arkadaşıma doğru müjdeciler gitti, bir adam da bir ata binmek üzere koştu, Eslemlilerden birisi de bana doğru koşarak tepeye çıktı. Böylelikle ses attan daha hızlı gelmişti. Bana müjde vermek maksadıyla sesini duyduğum kişi yanıma gelince, altlı üstlü elbiselerimi çıkartıp, o müjdesine karşılık olmak üzere onları giysin diye ona verdim. Vallahi, o gün başka elbisem yoktu. Başkasından ödünç iki elbise aldım, onları giyerek Rasulullah’ın (sav) yanına doğru gitmek üzere yola koyuldum. İnsanlar büyük kalabalıklar halinde beni karşılıyor, tevbemin kabulü ile beni kutluyor ve: Allah’ın tevbeni kabul edişinden dolayı seni tebrik ederiz, diyorlardı. Sonunda mescide girdim, Rasulullah’ın (sav) mescitte etrafında da müslümanlar olduğu halde oturmakta olduğunu gördüm. Talha b. Ubeydullah derhal kalkıp bana doğru koşarak geldi, benimle tokalaştı ve beni tebrik etti. Vallahi, muhacirlerden ondan başka kimse kalkmamıştı. Hadisin ravisi olan Ka‘b’ın oğlu dedi ki: Bu sebeple Ka‘b, Talha’nın bu davranışını unutmuyordu. Ka‘b (devamla) dedi ki: Ben Rasulullah’a (sav) selam verince sevinçten yüzü parıl parıl parladığı halde: “Annenin seni doğurduğundan beri geçen bütün günlerinin en hayırlı günü ile seni müjdeliyorum” buyurdu. Ben: Ey Allah’ın Rasulü, bu (tevbemin) kabulü senin tarafından mı yoksa Allah tarafından mı dedim. O: “Hayır, Allah tarafından” buyurdu. Rasulullah (sav) bir işe sevindi mi yüzü bir ay parçası gibi nurlanırdı. Bizler bunu çok iyi biliyorduk. Onun önünde oturdum ve: Ey Allah’ın Rasulü, malımı elimden çıkarıp Allah’a ve Rasulü’ne sadaka vermek benim tevbemin bir parçasıdır, dedim. Rasulullah (sav) da: “Malının bir kısmını elinde tut, o senin için daha hayırlıdır” buyurdu. Ben: O halde ben Hayber’deki payımı alıkoyayım, dedim. Ayrıca şunları söyledim: Ey Allah’ın Rasulü, şüphesiz Allah beni ancak doğru söylemekle kurtardı. Tevbemin bir parçası olmak üzere de hayatta kaldığım sürece doğrudan başka bir şey konuşmayacağım, dedim. Vallahi, bunu Rasulullah’a (sav) söylediğim günden şu günüme kadar doğru sözlülük hususunda Allah'ın müslümanlardan herhangi bir kimseye, bu hususta bana nasip ettiği nimetten daha güzelini nasip ettiğini bilmiyorum. Vallahi, o sözlerimi Rasulullah’a (sav) söylediğim günden itibaren şu günüme kadar kasten bir tek yalancık dahi söylemedim. Ömrümün geri kalan kısmında da Allah’ın beni koruyacağını ümit ederim. Ka‘b (devamla) dedi ki: Aziz ve celil Allah da: “And olsun ki Allah, Rasulü’nü de içlerinden bir grubun gönülleri, az kalsın eğrilmek üzere iken, dar zamanda ona uyan muhacirlerle Ensar’ı da tevbeye muvaffak etti. Sonra onların bu tövbelerini de kabul buyurdu. Çünkü O, onları çok esirgeyendir, çok bağışlayandır. Geri bırakılan üç kişinin de (tevbesini kabul buyurdu.) Öyle ki yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmişti. Kendi vicdanları da kendilerini sıktıkça sıkmıştı” (Tevbe, 117-118) buyruklarını “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun” (Tevbe, 9/119) buyruğuna kadar indirdi. Ka‘b dedi ki: Vallahi, Allah bana İslam hidayetini verdikten sonra kendi kanaatime göre Rasulullah’a (sav) doğruyu söylemekten daha büyük bir nimet lütfetmiş değildir. Çünkü böyle yapmayıp, ona yalan söylemiş olsaydım, yalan söyleyen diğerlerinin helâk olduğu gibi ben de helâk olacaktım. Çünkü vahiy nazil olunca Allah, o yalan söyleyen kimselere, başka kimselere söylediklerinin en ağır sözleriyle hitap etti. Yüce Allah: “Yanlarına döndüğünüzde, onlardan (azarlamayıp) vazgeçmeniz için, önünüzde Allah’a yemin edeceklerdir. O halde siz de onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardırlar. Kazandıklarının cezası olarak varacakları yer de cehennemdir. Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin ederler, siz onlardan hoşnut olsanız da şüphesiz Allah, o fasıklar topluluğundan hoşnut olmaz” (Tevbe, 95-96) buyurmaktadır. Ka‘b dedi ki: Bizler yani bu üç kişi, Rasulullah’ın (sav) kendisine yemin edip onlarla bey’atleşip, onlara mağfiret dilediği o kimselerin durumundan sonra durumları ele alınan üç kişi olarak geri bırakılmış ve Rasulullah (sav) bizim işimizi bu hususta Allah hükmünü verinceye kadar geciktirmiş, ertelemiş idi. Bundan dolayı aziz ve celil Allah: “Geri bırakılan üç kişinin de (tövbesini kabul buyurdu)” (Tevbe, 9/118) buyurdu. Yoksa yüce Allah’ın bizi sonraya bırakılanlardan olduğumuzu söz konusu etmesi gazadan geri kalışımız değildir. Bununla O’nun bizleri sonraya bırakıp, işimizi Rasulullah’a (sav) yemin edip, ona mazeret beyan etmeleri üzerine mazeretlerini kabul ettiği kişilerden sonraya geciktirmesi ve bırakmasını kast etmiştir.
Bu hadisi bana Muhammed b. Râfi’, ona Huceyn b. el-Müsennâ, ona el-Leys, ona Akil, ona İbn Şihab, Yunus’un ez-Zührî’den naklederken zikrettiği aynı senetle ve benzeri bir metinle rivayet etmiştir: [Sonra Rasulullah (sav) Bizanslıların ve Şam’da bulunan Arap Hristiyanlarının üzerine gitmek kastı ile Tebûk gazvesini yaptı. İbn Şihâb dedi ki: Abdurrahman b. Abdullah b. Ka‘b b. Mâlik’in rivayet ettiğine göre Abdullah b. Ka‘b, Ka‘b (b. Mâlik)’ın gözleri kör olduğu zaman oğulları arasından elinden tutup, onu yeden kişi olmuştu. (Abdullah b. Ka‘b) dedi ki: Ben, Ka‘b b. Mâlik’in Tebûk gazvesinde Rasulullah’dan (sav) geri kaldığı zaman hakkında başından geçenleri anlatırken şöyle dediğini dinledim: - Ben Tebûk gazvesi dışında Rasulullah’ın (sav) yaptığı gazaların hiçbirisinden geri kalmadım. Ancak Bedir gazvesine de katılmamıştım. Allah Rasulü de o gazvede geri kalarak kendisiyle birlikte çıkmayan hiçbir kimseye sitem etmemişti. Çünkü Rasulullah (sav) da, Müslümanlar da Kureyşlilerin kervanını ele geçirmek istiyordu. Sonunda Allah onları ve düşmanları, önceden herhangi bir vakit ve yer üzerinde sözleşmeksizin bir araya getirmiş oldu. Bununla birlikte ben Rasulullah (sav) ile birlikte İslam üzere antlaşıp sözleştiğimiz zaman Akabe gecesinde beraber bulunmuştum. Onun yerine Bedir’de hazır bulunmuş olmayı ise tercih etmem. Bedir, insanlar tarafından o geceye göre daha çok hatırlanıp bilinen bir hadise olsa dahi. Benim Rasulullah’dan (sav) Tebûk gazvesinde geri kaldığım zaman ile ilgili haberimin bir kısmı da şöyledir: O gazvede kendisinden geride kaldığım zaman kadar, asla güçlü ve bolluk içinde bulunmuş değildim. Vallahi, o gazveden önce, iki yük devesine birden sahip olmamıştım. Ama o gazvede iki bineğim olmuştu. Rasulullah (sav) oldukça aşırı sıcak bir zamanda bu gazaya çıktı, önünde uzun ve aşmaları gereken, su bulunmayan uçsuz bucaksız bir yol vardı. Çok sayıda düşmana karşı çıkacaktı. Bundan dolayı Müslümanlara gazveleri için gerektiği gibi hazırlansınlar diye (karşı karşıya) kalacakları durumlarını açık seçik göstermişti. Bu sebeple kendilerine gaza etmek istediği, gidecekleri yönlerini haber vermişti. Müslümanlar ise Rasulullah (sav) ile birlikte pek çoktu. Hafız birisinin, kitabı – bu sözleriyle divanı (askerleri kayıtlı oldukları kütükleri) kast ediyor- onları bir arada toplayabilmiş değildi. Ka‘b (devamla) dedi ki: Gazaya katılmaması halinde -bu hususta aziz ve celil Allah’tan bir vahiy inmedikçe- bu durumunun Allah’ın Rasulüne gizli kalacağını sanmayan kişi de azdı. Rasulullah (sav) mahsullerin olgunlaştığı, gölgelerin pek hoş olduğu bir zamanda o gazaya çıktı, benim ise bunlara meylim çoktu. Rasulullah (sav) ve onunla birlikte müslümanlar hazırlandı. Onlarla birlikte hazırlanmak üzere sabah çıkıyordum. Fakat hiçbir şey yapamadan geri dönüyordum. Kendi kendime: “Ben istersem bunu yapabileceğim” diyordum. Bu şekilde durumum devam edip gitti. Sonunda insanlar işlerini sürdürdüler ve Rasulullah (sav), müslümanlar da onunla birlikte oldukları halde sabah yola koyuldular. Ben ise hiçbir hazırlık yapamamıştım. Sonra ben de sabah çıktım fakat hiçbir şey yapmadan geri döndüm. Bu halim böylece sürüp gitti. Nihayet onlar hızlandılar, gaza yolunda ilerlemeye devam ettiler. Ben de bineğime binip onlara yetişmek istedim. Keşke yapmış olsaydım; ama benim için bunu yapmak mukadder olmadı. Rasulullah’ın (sav) çıkıp gitmesinden sonra insanlar arasına çıktığım zaman benim durumumda, ya nifak ile damgalanmış yahut da Allah’ın mazur görmüş olduğu zayıf kimselerden bir kişi dışında benim gibi (geri kalmış kimse) görmeyişim beni üzüyordu. Rasulullah (sav) Tebûk’e ulaşıncaya kadar beni anmadı. Gazaya çıkmışlar arasında Tebûk’te oturuyorken “Ka‘b b. Mâlik ne yaptı?” buyurdu. Selime oğullarından bir adam: Ey Allah’ın Rasulü, onu çizgili iki elbisesi ve elbisesinin yakalarına bakması alıkoydu, dedi. Ona Muaz b. Cebel: Ne kötü söyledin! Vallahi ey Allah’ın Rasulü, biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmedik, dedi. Rasulullah (sav) sesini çıkarmadı. O bu halde iken, serapta yol alan, beyazlar giyinmiş bir adam gördü. Rasulullah (sav): “Ebu Hayseme olasın” buyurdu. Gerçekten de gelen Ensar’dan Ebu Hayseme idi. Münafıkların, kendisini ayıpladığı bir avuç hurma tasadduk eden kişi de oydu. Ka‘b b. Mâlik dedi ki: Rasulullah’ın (sav) artık Tebûk’ten geri dönmek üzere yola koyulduğu haberi bana ulaşınca üzüntü ve kederim daha da arttı. Söyleyeceğim yalan ne olabilir? diye düşünmeye ve: Yarın onun öfkesinden nasıl kurtulabilirim? demeye başladım. Bunun için ailemden görüş sahibi herkesin de yardımını almaya başladım. Bana: Artık Rasulullah (sav) geldi denilince, batıl üzerimden ayrılıp gitti ve böylelikle, hiçbir zaman herhangi bir şey (bir yalan) ile ondan kurtulamayacağımı anladığım için ona doğru söylemeye karar verdim. Sabah olunca Rasulullah (sav) gelmiş oldu, O, bir seferden geldi mi ilk olarak mescide gider, mescitte iki rekât namaz kılar, sonra insanlar ile (görüşmek için) otururdu. O bunu yapınca, geri kalanlar onun yanına geldi, ona mazErettlerini söylemeye ve ona yeminler etmeye başladılar. Bunlar seksen küsür adam idiler. Rasulullah (sav) onları açığa vurdukları şekliyle hallerini kabul etti, onlarla beyatleşti, onlar için mağfiret diledi, içlerini (kalplerini de) Allah’a havale etti. Nihayet ben de (huzuruna) geldim, selam verdim, öfkeli bir kimsenin gülümseyişi ile gülümsedikten sonra: “Gel” buyurdu. Ben de yanına yürüyerek gittim, önünde oturdum, bana: “Senden ne haber? Sen bineğini satın almamış mıydın? dedi. (Ka‘b devamla) dedi ki: Ey Allah’ın Rasulü, Allah’a yemin ederim ki, eğer dünya ehlinden senden başka birisinin yanında oturmuş olsaydım, söyleyeceğim bir mazErett ile onun gazabından kendimi kurtarabilirdim, bana bir tartışma gücü verilmiş bulunuyor çünkü. Fakat Allah’a yemin ederim ki, bugün, ben sana benden razı olmanı sağlayacak yalan bir söz söyleyecek olursam, aradan fazla zaman geçmeden Allah senin bana öfkelenmeni sağlayacaktır ve eğer sana bana karşı olumsuz duygular besleyeceğin doğru bir söz söylersem, gerçekten bundan dolayı Allah’ın güzel akıbetini umarım. Allah’a yemin olsun ki, hiçbir mazErettim yoktu ve senden geri kaldığım zaman kadar, hiçbir vakit güçlü, bolluk ve rahat içinde de olmamıştım, dedim. Rasulullah (sav): “İşte bu doğru söyledi. Allah senin hakkında hüküm verinceye kadar kalk (git)” buyurdu. Ben de kalktım, Selime oğullarından bir takım kimseler derhal ayaklanarak benim arkamdan geldiler. Bana: Vallahi, biz senin bundan önce herhangi bir günah işlediğini bilmiyoruz, peki, geri kalan diğer kimselerin ileri sürdükleri mazErettler gibi Rasulullah’a (sav) mazErett belirtmekten (nasıl oldu da) âciz kaldın? dediler. (Ka‘b devamla) dedi ki: Vallahi, üzerime o kadar ısrarla geldiler ki, sonunda Rasulullah’ın (sav) huzuruna dönüp kendimi yalanlamak istedim, sonra o arkadaşlarıma: Benimle birlikte böyle bir durumla kimse karşılaştı mı, dedim. Onlar: Evet, seninle birlikte iki kişi daha karşılaştı. Onlar da senin söylediklerinin aynısını söylediler, kendilerine sana söylenenlerin benzeri sözler söylendi, dediler. Ben: Bu ikisi kimdir? dedim. Arkadaşlarım: Murâre b. Rabia el-Âmirî ve Hilâl b. Umeyye el-Vâkifî dediler. (Ka‘b devamla) dedi ki: Bana Bedir’e katılmış, bu hususta bana uyulacak örnek olabilecek salih iki adamın ismini vermiş oldular. Bana bu ikisinin adını söyledikleri zaman ben de kararımı devam ettirdim. (Ka‘b devamla) dedi ki: Rasulullah (sav) bizlerle, yani kendisinden geri kalanlar arasından bu üç kişi ile konuşmayı yasakladı. Bunun üzerine insanlar bizden uzak durdular, bize karşı tutumları değişti. Öyle ki içimde, dünya benim için tanınmaz oldu, artık yeryüzü bildiğim yer değildi. Bu vaziyette eli gün kaldık. Diğer iki arkadaşım öylece kala kaldı, evlerinde oturup ağlamaya koyuldular. Ben ise onların en gençleri, en güçlüleri idim. Bundan dolayı dışarı çıkar, cemaatle namaz kılar, pazarlarda dolaşırdım ama benimle kimse konuşmuyordu. Namazdan sonra meclisinde oturmakta iken Rasulullah’ın yanına gider, ona selam verir, sonra da kendi kendime acaba selamımı almak için dudaklarını kıpırdattı mı, kıpırdatmadı mı derdim. Daha sonra ona yakın bir yerde namaza durur, gizlice ona bakardım. (Ona) bakmayı bitirip, kendimi namazıma verince, bana bakar, ben ona doğru yönelecek olursam yüzünü benden başka tarafa çevirirdi. Müslümanların benden bu uzaklaşışları artık bana pek uzun gelmeye başlayınca çıkıp gittim ve sonunda amcam oğlu ve en sevdiğim insan olan Ebu Katâde’nin bahçe duvarına tırmandım. Ona selam verdim, vallahi selamımı almadı. Ona: Ey Ebu Katâde, Allah adına sana and veriyorum, benim Allah’ı ve Rasulünü sevdiğimi biliyor musun? dedim. Ebu Katâde sustu, tekrar ona and verdim, yine sustu, bir daha ona and verdim, bu sefer: Allah ve Rasulü en iyi bilir, dedi. Gözlerime yaş doldu, arkamı dönüp gittim, yine bahçe duvarını tırmandım. Medine pazarında dolaştığım bir sırada Medine’ye satmak üzere buğday getirmiş Şam ahalisi Nabatîlerinden Nabatî birisi: Bana Ka‘b b. Malik’i kim gösterebilir, diyordu. İnsanlar beni işaret etmeye başladılar. Nihayet o kişi yanıma geldi, bana Gassan hükümdarından bir mektup uzattı. Ben yazabilen birisi idim, hemen onu okudum, o mektupta şunların yazdığını gördüm: İmdi, senin o arkadaşının seni terk ettiği haberi bize ulaşmış bulunuyor. Hâlbuki Allah seni değeri bilinmeyecek ve sahipsiz kalacağın bir yerde bırakmamıştır. Sen bizim yanımıza gel, biz seni gereği gibi görüp gözetiriz. (Ka‘b devamla) dedi ki: Ben bu yazılanları okuyunca: İşte bu da belanın (imtihanımın) bir parçasıdır dedim, derhal o mektubu alıp tandıra doğru gittim ve onu tandırda yaktım. Elli günün kırk günü geçtiği halde hakkımızda vahiy de gecikip gelmemişti. Bir baktım ki Rasulullah’ın (sav) elçisi yanıma geldi ve: Rasulullah (sav) sana hanımından uzak durmanı emrediyor, dedi. Ben: Onu boşayacak mıyım yoksa ne yapacağım? dedim. O: Hayır ondan uzak dur, ona yaklaşma, dedi. (Ka‘b devamla) dedi ki: Diğer iki arkadaşıma da aynı emri göndermişti. Ben eşime: Ailenin yanına git, Allah bu husus hakkında hüküm verinceye kadar yanlarında kal, dedim. (Ka‘b) dedi ki: Hilal b. Umeyye’nin hanımı Rasulullah’ın (sav) yanına geldi ve ona: Ey Allah’ın Rasulü, Hilal b. Umeyye oldukça yaşlı birisidir, kendi başına kaybolmaya mahkûmdur, ona hizmet edecek birisi de yoktur, benim ona hizmet edişimden sen rahatsız olur musun? dedi. Allah Rasulü: “Hayır ama sakın sana yaklaşmasın” buyurdu. Hanımı: Vallahi, onda hiçbir şey yapabilecek bir hareket dahi yok, vallahi onun başına gelen o hal geldiğinden bugüne kadar ağlayıp durmaktadır. (Ka‘b) dedi ki: Ailemden birisi bana: Eşin hakkında sen de Rasulullah’tan (sav) izin istesen, çünkü o Hilal b. Umeyye’nin hanımına, eşine hizmet etmesi için izin verdi, dediler. Ben: Hayır bu hususta Rasulullah’tan (sav) izin istemeyeceğim, hem ben bu hususta kendisinden izin isteyecek olursam, genç bir adam olduğum halde bana ne söyleyeceğini nerden bileceğim, dedim. Bu halde on gün daha kaldım, böylelikle bizimle konuşmamızın yasaklanmasının üzerinden tam elli gün geçmiş oldu. (Ka‘b devamla) dedi ki: Sonra ellinci günün sabahında sabah namazını hanelerimizden birisinin damında kıldım. Ben, aziz ve celil Allah’ın hakkımızda söz ettiği şekilde, nefsim de bana dar gelmiş, yeryüzü de bütün genişliğiyle bana dar gelmiş halde oturmakta iken Sel’ tepesine çıkmış, yüksek sesle bağıran birisinin avazının çıkabildiği kadar: “Ey Ka‘b b. Mâlik, müjde sana!” dediğini işittim. Derhal secdeye kapandım ve artık kurtuluşun geldiğini anladım. Rasulullah (sav) insanlara sabah namazını kıldırdıktan sonra Allah’ın tevbemizi kabul etmiş olduğunu bildirmişti. Bunun üzerine insanlar bize müjde vermek için çıktılar. Diğer iki arkadaşıma doğru müjdeciler gitti, bir adam da bir ata binmek üzere koştu, Eslemlilerden birisi de bana doğru koşarak tepeye çıktı. Böylelikle ses attan daha hızlı gelmişti. Bana müjde vermek maksadıyla sesini duyduğum kişi yanıma gelince, altlı üstlü elbiselerimi çıkartıp, o müjdesine karşılık olmak üzere onları giysin diye ona verdim. Vallahi, o gün başka elbisem yoktu. Başkasından ödünç iki elbise aldım, onları giyerek Rasulullah’ın (sav) yanına doğru gitmek üzere yola koyuldum. İnsanlar büyük kalabalıklar halinde beni karşılıyor, tevbemin kabulü ile beni kutluyor ve: Allah’ın tevbeni kabul edişinden dolayı seni tebrik ederiz, diyorlardı. Sonunda mescide girdim, Rasulullah’ın (sav) mescitte etrafında da müslümanlar olduğu halde oturmakta olduğunu gördüm. Talha b. Ubeyydullah derhal kalkıp bana doğru koşarak geldi, benimle tokalaştı ve beni tebrik etti. Vallahi, muhacirlerden ondan başka kimse kalkmamıştı. Hadisin ravisi olan Ka‘b’ın oğlu dedi ki: Bu sebeple Ka‘b, Talha’nın bu davranışını unutmuyordu. Ka‘b (devamla) dedi ki: Ben Rasulullah’a (sav) selam verince sevinçten yüzü parıl parıl parladığı halde: “Annenin seni doğurduğundan beri geçen bütün günlerinin en hayırlı günü ile seni müjdeliyorum” buyurdu. Ben: Ey Allah’ın Rasulü, bu (tevbemin) kabulü senin tarafından mı yoksa Allah tarafından mı dedim. O: “Hayır, Allah tarafından” buyurdu. Rasulullah (sav) bir işe sevindi mi yüzü bir ay parçası gibi nurlanırdı. Bizler bunu çok iyi biliyorduk. Onun önünde oturdum ve: Ey Allah’ın Rasulü, malımı elimden çıkarıp Allah’a ve Rasulü’ne sadaka vermek benim tevbemin bir parçasıdır, dedim. Rasulullah (sav) da: “Malının bir kısmını elinde tut, o senin için daha hayırlıdır” buyurdu. Ben: O halde ben Hayber’deki payımı alıkoyayım, dedim. Ayrıca şunları söyledim: Ey Allah’ın Rasulü, şüphesiz Allah beni ancak doğru söylemekle kurtardı. Tevbemin bir parçası olmak üzere de hayatta kaldığım sürece doğrudan başka bir şey konuşmayacağım, dedim. Vallahi, bunu Rasulullah’a (sav) söylediğim günden şu günüme kadar doğru sözlülük hususunda Allah’ın müslümanlardan herhangi bir kimseyi, bu husustaki benim bu güzel sınavımdan daha güzeliyle sınamış değildir. Vallahi, o sözlerimi Rasulullah’a (sav) söylediğim günden itibaren şu günüme kadar kasten bir tek yalan dahi söylemedim. Ömrümün geri kalan kısmında da Allah’ın beni koruyacağını ümit ederim. Ka‘b (devamla) dedi ki: Aziz ve celil Allah da: “And olsun ki Allah Rasulü’nü de içlerinden bir grubun gönülleri de, az kalsın eğrilmek üzere iken, dar zamanda ona uyan muhacirlerle Ensar’ı da tevbeye muvaffak etti. Sonra onların bu tövbelerini de kabul buyurdu. Çünkü O, onları çok esirgeyendir, çok bağışlayandır. Geri bırakılan üç kişinin de (tevbesini kabul buyurdu.) Öyle ki yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmişti. Kendi vicdanları da kendilerini sıktıkça sıkmıştı” (Tevbe, 117-118) buyruklarını “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun” (Tevbe, 9/119) buyruğuna kadar indirdi. Ka‘b dedi ki: Vallahi, Allah bana İslam hidayetini verdikten sonra kendi kanaatime göre Rasulullah’a (sav) doğruyu söylemekten daha büyük bir nimet lütfetmiş değildir. Çünkü böyle yapmayıp, ona yalan söylemiş olsaydım, yalan söyleyen diğerlerinin helâk olduğu gibi ben de helâk olacaktım. Çünkü vahiy nazil olunca Allah, o yalan söyleyen kimselere, başka kimselere söylediklerinin en ağır ve kötü sözleriyle hitap etti. Yüce Allah: “Yanlarına döndüğünüzde, onlardan (azarlamayıp) vazgeçmeniz için, önünüzde Allah’a yemin edeceklerdir. O halde siz de onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardırlar. Kazandıklarının cezası olarak varacakları yer de cehennemdir. Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin ederler, siz onlardan hoşnut olsanız da şüphesiz Allah, o fasıklar topluluğundan hoşnut olmaz” (Tevbe, 95-96) buyurmaktadır. Ka‘b dedi ki: Bizler yani bu üç kişi, Rasulullah’ın (sav) kendisine yemin edip onlarla bey’atleşip, onlara mağfiret dilediği o kimselerin durumundan sonra durumları ele alınan üç kişi olarak geri bırakılmış ve Rasulullah (sav) bizim işimizi bu hususta Allah hükmünü verinceye kadar geciktirmiş, ertelemiş idi. Bundan dolayı aziz ve celil Allah: “Geri bırakılan üç kişinin de (tövbesini kabul buyurdu)” (Tevbe, 9/118) buyurdu. Yoksa yüce Allah’ın bizi sonraya bırakılanlardan olduğumuzu söz konusu etmesi gazadan geri kalışımız değildir. Bununla O’nun bizleri sonraya bırakıp, işimizi Rasulullah’a (sav) yemin edip, ona mazeret beyan etmeleri üzerine mazeretlerini kabul ettiği kişilerden sonraya geciktirmesi ve bırakmasını kast etmiştir.]
Bize Abdülaziz b. Abdullah, ona İbrahim b. Sa’d, ona Sâlih, ona İbn Şihâb şöyle rivayet etmiştir: Bana Urve b. ez-Zübeyr, Saîd b. Müseyyeb, Alkame b. Vakkâs ve Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mesûd, Hz. Peygamber’in (sav) hanımı Hz. Aişe’den (r.anha) ifk hadisesi ve insanların söylentileri hakkındaki hadisi rivayet ettiler. Bazıları rivayeti diğerlerinden daha iyi bellemiş ve daha sağlam anlatıyor olduğu halde hepsi ilgili hadisin bir kısmını aktardılar. Her birinin Hz. Aişe’den naklettikleri rivayetlerini iyice öğrendim. İçlerinde bazıları rivayeti daha iyi bellemiş olsa da rivayetleri birbirini tasdik ediyordu. Şöyle dediler: Hz. Aişe (r.anha) şöyle rivayet etmiştir: Rasulullah (sav) seyahate çıkacağı zaman eşleri arasında kura çeker, kurada hangisi çıkarsa onu yanında götürürdü. Bir gazve sırasında eşleri arasında kura çekti ve kurada ben çıktım. Böylece örtünme ayeti indirildikten sonraki bir zamanda Hz. Peygamberle (sav) birlikte yola çıktık. Ben [kervan] yürürken de konaklarken de hevdecim içinde bulunuyordum. Yolculuğa devam ettik, nihayetinde Rasulullah bu gazvedeki hedefini gerçekleştirdi ve geri dönmeye başladı. Yola çıkıp Medine’ye doğru hareket ettik. Bir gece, yola çıkılacağı ilan edildi. Bu esnada ben de [ihtiyacımı gidermek için] biraz öteye yürüdüm ordunun bulunduğu yerin ötesine geçtim. İhtiyacımı gördükten sonra bineğime doğru yöneldim. Bu sırada göğsümü yokladım. Bir de baktım ki Yemen boncuğundan yapılmış gerdanım kopup düşmüş. Hemen dönüp gerdanlığımı aradım ama onu aramak beni orduya yetişmekten alı koydu. Beni taşıyan grup gelmiş ve benim içinde olduğumu zannederek hevdecimi yüklenerek yolculuk yaptığım devenin üzerine koymuşlar. O zaman kadınlar zayıftı, şişman değillerdi. Çünkü azıcık yemek yerlerdi. Ben de henüz genç bir kadın olduğun için insanlar kaldırıp götürdükleri hevdecin hafif olduğunu fark edememişler. Deveyi önlerine katıp yola devam etmişler. Ben de ordu gittikten sonra gerdanlığımı buldum. Ordunun konakladığı yere geldim ama hiç kimse yoktu. Belki benim orada olmadığımı anlayıp geri dönerler diye konakladığım yere gittim. Ben orada öyle otururken göz kapaklarım ağırlaştı ve uyudum. Safvan b. el-Muattal es-Sülemî ez-Zekvânî ordunun arkasında kalmıştı. Sabahleyin benim konakladığım yere gelince uyuyan bir insanın karaltısını görmüş. Örtünme emrinden önce beni görmüş olduğu için beni tanımış. Beni tanıdığında söylemiş olduğu “İnna lillahi ve innâ ileyhi raciûn” [Biz Allah’a aidiz ve yine ona döneriz (Bakara, 2/156)] sözleriyle uyandım. Yüzümü hemen örtümle örttüm. Vallahi bundan başka onunla ne bir kelime konuştuk ne de ondan başka bir söz işittim. Hızlıca yanıma gelip devesini çöktürdü ve [bineğe yardım almadan binebilmem için] devenin ön ayaklarını yere yaydı. Ben de kalkıp deveye bindim. Beni öğle sıcağında mola vermiş ordunun olduğu yere kadar götürdü. Bana iftira edip helak olanlar helak olmuşlardır. İfk hadisesinde bu işin başını Abdullah b. Übey b. Selül çekmiştir. [İbn Şihâb ez-Zührî'ye olayı aktaran ravilerden] Urve b. ez-Zübeyr [rivayetinde] şöyle demiştir: 'Bana aktarıldığına göre iftira yayıldığında, bu söz Abdullah b Ubeyy’in yanında konuşulur, o da sözü söyleyene kulak verir, onu onaylar ve insanlar arasında gündeme getirerek yayardı'. Urve sözlerine devamla dedi ki, 'İftira sahiplerinin içinde sadece Hassân b. Sâbit, Mıstah b. Üsâse ve Hamne bint Cahş’ın isimleri söylenmiştir. Diğerleri hakkında bir bilgim yoktur. Ancak onlar Yüce Allah’ın buyurduğu üzere “ [On kişiden müteşekkil] bir gruptan” ibarettiler. İftiranın yayılması konusunda en büyük pay sahibinin Abdullah b. Übey b. Selûl olduğu söylenirdi. Urve b. ez-Zübeyr sözlerine şöyle devam etti: Aişe yanında Hassân b. Sâbit’e sövülmesinden hoşlanmaz; "O 'Babam, babamın babası ve benim ırzım; size karşı Muhammed’e kalkandır' şeklinde şiir yazan [kafirlere karşı Hz. Peygamber'i savunmuş] biridir"derdi. Hz. Aişe (r.anha) olayı şöyle anlatmaya devam etmiştir: Nihayetinde Medine’ye vardık. Oraya geldikten sonra ben bir ay hasta oldum. Bu arada insanlar iftira sahiplerinin sözlerine dalmışlar. Ben ise bunların farkında değildim. Bu ağrılı halimde beni şüphelendiren tek şey vardı: Ben önceden hastalandığımda Rasulullah’tan gördüğüm şefkatli muameleyi artık göremiyordum. Allah Resulü (sav) yanıma girdiğinde selam veriyor ve adımı söylemeden “bu nasıl?” diyor ve hemen ayrılıyordu. Bu durum beni şüphelendirse de hâlâ kötü bir şey olduğunu hissetmiyordum. Hastalığım biraz geçince dışarı çıktım. Ümmü Mistah ile birlikte ihtiyacımızı giderdiğimiz yer olan Menâsi tarafına doğru gittik. Oraya ancak geceleyin giderdik. Bu olay evlerimizin yakınına [tuvalet için] korunaklı yerler yapmadan önceydi. O zamanlar tuvalete karşı tavrımız çöldeki eski Arapların tavırlarına benziyordu. Evlerimizde [tuvalet için] korunaklı yerler belirlemekten [oluşturacağı kötü kokudan] sıkıntı duyardık. Hz. Aişe sözlerine devamla dedi ki, Ebu Ruhm b. el-Muttalib b. Abdimenâf’ın kızı olan Ümmü Mıstah ile birlikte oradan ayrıldık. Onun annesi Sahr b. Amir kızı ve Ebu Bekir es-Sıddîk’ın teyzesiydi. Oğlu Mıstah b. Esâse b. Abbad b. Muttalib’di. İşimiz bitince Ümmü Mıstah ile birlikte evime doğru yöneldik. Ümmü Mıstah’ın ayağı sürçtü ve oğluna beddua edip “Mıstah helak olsun!” dedi. Ben “Ne fena söz söyledin! Bedir’e katılmış bir kişi hakkında mı böyle söylüyorsun?” dedim. “Ah seni saf! Onun ne söylediğini duymadın mı?” diye sordu. Ben “Ne söylemiş?” dedim. Bana iftira edenlerin sözlerini bir bir anlattı. Bu sözler hastalığıma hastalık kattı. Evime döndüğümde Rasulullah (sav) yanıma girdi ve “Hastanız nasıl?” diye sordu. Ona “Anne babama gitmeme izin verir misiniz?” diye sordum. O zaman bu söylentileri annem ve babam tarafından duyup iyice anlamak istiyordum. Rasulullah (sav) bana izin verdi. Annemin yanına gidip ona “Annecim! İnsanlar ne konuşuyorlar?” diye sordum. Annem şöyle dedi: “Kızım! Kendini üzme. Bir erkeğin yanında sevdiği güzel bir kadın varsa ve onun birçok kuması da bulunuyorsa mutlaka onun hakkında böyle ileri geri konuşurlar.” Ben “Sübhanallah! İnsanlar bunları mı konuşuyorlar!” dedim ve gece boyunca ağladım. Sabah kalktığımda göz pınarlarım kurumuştu. Gözüme uyku girmemişti. Ağlayarak sabahı etmiştim. Vahiy geciktiği için ailesi ile ayrılması konusunda onlarla istişare etmek için Rasulullah (sav) Ali b. Ebû Tâlib ve Üsâme b. Zeyd’i yanına çağırmış. Üsame b. Zeyd, Rasulullah’ın ailesinin suçsuz olduğuna ve [bu iftiraya inanan arkadaşlarına] karşı sevgi beslediğine dair görüş bildirmiş ve “Senin ailen hakkında ancak hayır düşünürüz” demiş. Ali b. Ebû Tâlib ise “Ey Allah’ın Resulü! Allah sana [evlenme ve boşanma hususunda] darlık vermemiştir. Aişe dışında bir sürü kadın var! Cariyesine sor, sana doğruyu söyleyecektir” demiş. Bunun üzerine Rasulullah (sav) Berire’yi çağırmış ve “Berire! Seni şüphelendiren bir şey gördün mü?” diye sormuş. Berire ona “Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki onu ayıplayacak hiçbir şey görmedim. O saf genç bir kız daha. Ailesinin hamurunu yoğurup uyur, evcil hayvanlar gelip hamurdan yer [onun ruhu duymazdı]. Bundan sonra Rasulullah (sav) o gün minbere çıktı ve Abdullah b. Übey hakkında söz söylemekten muaf tutulmasını isteyerek şöyle hitap etti: “Ey Müslümanlar! Eşim hakkında bana eziyet eden birine karşı bana kim yardım eder? Allah’a yemin olsun ki, ben eşim hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyorum. Bu iftiracılar meseleye bir adamın adını kattılar ki, onun hakkında da iyilikten başka bir şey bilmem. Bu adam ben yanında olmadan asla eşimin yanına girmiş değildir” buyurdu. Bunun üzerine Ensâr’ın Evs kabilesinden Abdüleşheloğullarının kardeşi Sa’d b. Muaz kalkıp “Ey Allah’ın Resulü! Ben sena yardım ederim. Eğer bu adam Evs’ten ise onun boynunu ben vuracağım. Eğer Hazreçli kardeşlerimizden ise bize emredersen gereğini yaparız” dedi. Bunun üzerine Hazreçli bir adam kalktı. Hassanʼın annesi aynı aşiretten onun amcasının kızıydı. Bu kişi Hazrec’in reisi olan Sa’d b. Ubâde idi. Bu olaydan önce iyi bir adamdı. Ama kabile asabiyetine kapıldı ve Sa’d b. Muâz’a “Hayır, yalan söylüyorsun. Allah’a yemin olsun ki onu öldürmezsin, öldüremezsin. Eğer senin kabilenden olsaydı öldürülmesini de istemezdin. Bunun üzerine Sa’d b. Muâz’ın amcasının oğlu olan Üseyd b. Hudayr ayağa kalktı ve Sa’d b. Übâde’ye “Yalan söylüyorsun, onu elbette öldürürdük. Sen münafıkları savunan münafığın birisin!” dedi. Evs ve Hazreç kabileleri birbirine girmişler, çatışacak hale gelmişlerdi. Rasulullah bu sırada minberde duruyordu. Rasulullah onları susturdu ve sakinleştirdi. Hepsi sustular, o da sustu. Ben o gün boyunca ağladım. Göz pınarlarım kurudu, gözüme uyku girmedi. Annem ve babam yanımda kaldılar. İki gece bir gün sürekli ağladım. Göz pınarlarım kurudu, gözüme uyku girmedi. Öyle ki ağlayışımın ciğerimi parçaladığını zannettim. Ben ağlarken annem ve babam yanımda oturuyorlardı. Derken birden bire Ensar’dan bir kadın yanıma gelmek için izin istedi. Ona izin verdim. Gelip yanıma oturdu ve benimle birlikte ağlamaya başladı. Biz bu haldeyken Rasulullah (sav) geldi ve selam verip oturdu. Bu söylentiler çıktığından beri benim yanımda oturmamıştı. Bir aydır benim hakkımda bir vahiy gelmemişti. Rasulullah (sav) otururken şehadet getirdi ve şöyle dedi: “Aişe! Bana senin hakkında şöyle haberler ulaştı. Eğer suçsuz isen Allah senin suçsuz olduğunu gösterecektir. Eğer günah işlemeye yeltenmişsen Allah’a istiğfar et, ona tövbe et. Kul itiraf ettiği ve tövbe ettiği zaman Allah onun tevbesini kabul eder.” Rasulullah (sav) sözünü bitirince gözümün yaşı kesildi, artık akacak damla kalmamıştı. Babama 'Rasulullah’a benim için cevap ver' dedim. Babam “Ben Rasulullah’a ne diyeceğimi bilmiyorum” dedi. Anneme 'Anne, sen Rasulullah’a cevap ver' dedim. Annem de 'Ben de ne diyeceğimi bilmiyorum' dedi. Daha Kur’an’dan fazla bir şey okumamış genç bir hanım olduğum halde şunları söyledim: 'Sizin bu dedikoduları işittiğinizi biliyorum. Bu sözler içinizde yer etti ve belki onları tasdik ettiniz. Belki size suçsuz olduğumu söylesem bana inanmazsınız. Size bir şey itiraf etsem, ki Allah benim masum olduğumu biliyor, bana inanırsınız. Sizinle benim için misal olarak sadece Yusuf’un babasının şu sözlerini görüyorum: 'Artık bana düşen güzelce sabretmektir. Anlattıklarınıza karşı yardımına sığınılacak ancak Allah’tır' (Yusuf, 12/18). Bu sözleri söyleyip yatağıma yattım. Allah benim masum olduğumu biliyordu ve bunu herkese gösterecekti. Ama benim bu halim için [Kur'an'da yer alıp sürekli olarak] okunacak bir vahiy indireceğini zannetmiyordum. Kendi nazarımda halim Allah’ın hakkımda konuşmasını gerektirmeyecek kadar önemsizdi. Ancak Rasulullah’ın bir rüya görmesini ve Allah’ın bu rüya ile benim masumiyetimi ortaya koymasını umuyordum. Allah'a yemin olsun ki, Rasulullah oturduğu yerden kalkmamış, aileden kimse de yerinden ayrılmamıştı. Nihayet vahiy indirildi. Ona vahiy inerken gelen hal kendisini kapladı. Kış gününde bile inen vahyin ağırlığından dolayı vücudundan inci gibi ter damlaları dökülürdü. Rasullah’tan vahiy hali gidince sevincinden güldüğünü gördüm. Söylediği ilk söz “Aişe! Allah seni temize çıkardı” oldu. Bunun üzerine annem “Kızım, Rasulullah’a (sav) kalk da teşekkür et” dedi. Ben “Allah'a yemin olsun ki, ona kalkıp teşekkür etmem. Ancak Allah’a (ac) hamd ederim” dedim. Allah Teâlâ bu iftira olayı ile ilgili 'Sana iftira edenler…(Nur, 24/11-21)' ayetini; sonra benim masum olduğuma dair ayeti indirdi. Ebu Bekir es-Sıddık –hem akrabası hem de fakir olduğu önceden Mıstah b. Üsâse'ye yardım ederken- 'Vallahi Aişe hakkında söylediklerinden sonra Mıstah'a artık hiçbir şey vermem' diye yemin etti. Bunun üzerine Allah Teâlâ 'Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar akrabasına, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere vermelerinde kusur etmesin; affetsin, aldırış etmesin. Allah’ın sizi affetmesini istemez misiniz? Allah çok affeden, çok merhamet edendir' (Nur, 24/22) ayetini indirdi. Bunun üzerine babam Ebû Bekir es-Sıddîk: 'Vallahi, ben Allah’ın beni affetmesini elbette isterim' dedi ve Mıstah’a yaptığı yardıma devam etme kararı aldı ve 'Artık bu yardımı ebediyen kesmem' dedi. Rasulullah (sav) [eşi] Zeyneb bint Cahş'a benim hakkımda “Zeyneb! Aişe hakkında ne bilirsin, ne gördün?” diye sormuş. Zeynep Hz. Peygamber’in eşleri arasında güzellik ve Peygamber yanındaki mevkii bakımından benimle yarış içinde olan bir kadın olduğu halde 'Ey Allah’ın Resulü! Ben gözümü ve kulağımı sakınırım. Onun hakkında sadece hayır biliyorum' diye cevap vermiş. Allah dindarlığı sebebiyle onu bu iftiraya katılmaktan korudu. Kız kardeşi Hamne ise iftiraya tutunmuş ve iftiracıların dedikodularını yaymış, bu sebeple helak olanlarla birlikte helak olmuştu. Zührî şöyle demiştir: İşte bu iftiracılar hakkında bize ulaşan hadis böyledir. Urve şöyle demiştir: Hz. Aişe (r.anha) şöyle buyurdu: 'Sübhanallah, hakkında iftira atılıp dedikodu yapılan adam 'Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, [kendisine yapılan iftirayı reddederek] ben hayatımda hiçbir kadının elbisesini açmadım' derdi. Sonra o zat [Safvan b. Muattal] Allah yolunda şehit oldu.
Sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki onlarla eşit olasınız. O halde Allah yolunda göç edinceye kadar onlardan hiçbirini dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin